Yıkılan ülkeleri yeniden inşa edenlerin büyük çoğunluğu savaştan geri dönen erkekler, kadınlar ve yaşlılardı. Bu ülkelerin kırklı yılların ikinci yarısında dünyaya gelen gençliği, savaşı yaşamadığı gibi hayatı tanımaya 1950’lerin hızlı kalkınma döneminde başlamıştı. Evde, okulda, sokakta savaş öyküleri dinliyorlar, dinledikçe de kendilerinden önceki kuşağı, babalarını suçluyorlardı. Doğumları 40’lı yıllara rastlayan kuşak savaş karşıtı olarak yetişti. 20’li yaşlarına gelene kadar ülkelerinde iktidar olarak yalnızca muhafazakâr partileri gördüler; Almanya ve İtalya’da Hıristiyan Demokratlar, Fransa’da ‘de Gaulle’cüler’, İngiltere’de Muhafazakâr Parti baştaydı. Bu iktidarlar, anne babalar tarafından ‘kalkınma mucizesini başaran güçler’ olarak dört yılda bir sandık başında ödüllendiriyordu.
***
Ekonomik gelişmeye ve beraberinde gelen görece refaha bağlı olarak elde edilen olanaklar, gençliğe hayatın her alanında eski kuşaklardan farklı davranış biçimleri, alışkanlıklar kazandırmıştı. Gençler, hayatı eski kuşaklardan çok daha yoğun, çok daha derinden sorguluyorlardı. Jean Paul Sartre, Albert Camus, gibi yazarların, Ernst Bloch, Herbert Marcuse, Bertrand Russel, Theodor Adorno gibi düşünürlerin yapıtları Batı gençliğini etkiliyordu. Ünlü üniversitelerin felsefe, sosyoloji, tarih bölümleri gençlik için çekim merkeziydi. Sosyal değişimden yana üniversite hocalarının derslerini amfilerde binlerce öğrenci izliyordu.
Theodor Adorno
Avrupa’daki 60’lı yılların gençliğinin müzik, resim, sinema, estetik, giyim vb. beğenileri de önceki kuşaklarınkinden farklıydı. Taralı saç, takım elbise, kravat demode olmuştu. Odalarının duvarlarını Marx’ın, Che Guevara’nın fotoğraflarının yanında Andy Warhold’un ‘pop art’ posterleri süslüyordu. The Beatles, Rolling Stones gibi grupların müziği dünyayı kasıp kavuruyor, Bob Dylan, Joan Baez savaş karşıtlarının sesi oluyordu.
1968 yılında 21 yaşına basan Cannes Film Festivali, ayaklanan Fransız öğrencilerle dayanışan François Truffaut, Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin ‘etkin müdahaleleri’ sonunda perdelerini açamamıştı. Parlamenter demokrasi, savaş sonrası yetişen kuşağa yetersiz geliyor, geleneksel-muhafazakâr yaklaşımlar gençlerin özgürlük, eşitlik, ‘doğrudan demokrasi’ taleplerini karşılayamıyordu.
Joan Baez
Geleneği temsil eden ve iktidarı elinde bulunduran eski kuşaklar ile potansiyel-muhalif savaş sonrası kuşak arasında bir çatışma kaçınılmazdı. Çatışmanın patlak vermesi için bir kıvılcım yeterliydi; nitekim Benno Ohnesorg adlı bir öğrencinin, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Berlin’i ziyareti sırasında düzenlenen protesto gösterilerinden birinde, 2 haziran 1967 günü bir polis tarafından vurularak öldürülmesi Almanya’da beklenen çatışmayı tetikledi.
İktidarların gücü, Avrupa metropollerinin alanlarını esir alan gençlik hareketini uzunca bir süre bastırmaya yetmedi, birçok hükümet çeşitli ödünler vererek bu küresel hareketi zayıflatmayı denedi, Belçika’da ise 1968 yılı ocak ayında, başkent Brüksel’e 30 km uzaklıktaki Löwen Üniversitesi’nde başlayan boykot sonucunda hükümet 7 şubat günü istifa etti.
Avrupa toplumları 1968 Baharı ile birlikte yeni kazanımlar elde ettiler. Birçok alanda demokratik dönüşümler gerçekleşti, özgürlüklerin sınırları genişledi, her şeyden önemlisi insanlar ‘birey’ olduklarının ayırtına vardılar. Otoriter yapılar sarsıldı, birey-devlet dengesi bireylerin lehine olarak değişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder