31 Mayıs 2008 Cumartesi

2008-44 SOSYALİZM VE BİREY - 01.06.2008

Sosyalizm, 1960’larda, 1970’lerde kimi kişiler ve çevrelerce algılandığı gibi geçici bir siyasal akım, bir ‘moda’ değildir. Bireyi, burjuva toplumunun benmerkezci-yarışmacı ahlakından, sosyal körlüklerinden, bencilliklerinden kurtararak özgürleştirerek ona toplumculuk, sosyal dayanışmacılık, eşitçilik, evrensel-çağdaş düşünebilme yetisi gibi değerler kazandıran, insanlığın gelecek umudunu canlı tutan bir ideoloji, bir dünya görüşüdür.

Son 200 yıl içinde bu dünya görüşünün ortaya çıkıp biçimlenmesinde Saint Simon, Charles Fourier, Auguste Blanqui, Robert Owen’dan Ferdinand Lassalle, Karl Marx, Fiedrich Engels’e; Karl Kautsky, Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg’dan Vladimir İlyiç Lenin, Lev Troçki, Mao Zedung, Josip Broz Tito, Fidel Castro’ya; Santiago Carrillo’ya, Enrico Berlinguer’e; Jean Jaurés’den, Antonio Gramsci’den Ernst Bloch’a, Georg Lukács’a, Louis Althusser’e kadar birçok düşünür ve uygulamacının katkısı vardır. Bu kişiliklere Ernest Mandel, Theodor Adorno, Jürgen Habermas, Fredric Jameson, Terry Eagleton gibi daha birçok ad eklenebilir.

Türkiye’deki sosyalist düşünce ve oluşumlarda Hüseyin ‘Sosyalist’ Hilmi’den (?-1922) başlayarak öncelikle Mustafa Suphi’nin (1883-1921), Şefik Hüsnü Değmer’in (1887-1959), Reşat Fuat Baraner’in (1900-1968), Nâzım Hikmet’in (20.11.1901-3.6.1963), Hikmet Kıvılcımlı’nın ((1902-11.10.1971), Mehmet Ali Aybar’ın (5.10.1908-10.7.1995), Behice Boran’ın (1.5.1910-7.10.1987), Sadun Aren’in (1922-8.3.2008), Mihri Belli’nin (doğ.1916) katkılarını mutlaka anmak gerekir.

Yukarıda adlarını saydığımız sosyalistlerin kuramlaştırdıkları ya da uygulamaya soktukları düşüncelerinin temel kaynağı Marksizm’dir. Ne var ki birkaçının dışında aralarında önemli düşünsel farklılıklar bulunmasının ötesinde birçoğunun yaşamı birbirleriyle kıyasıya çatışma içinde geçmiştir. Bu gerçeğe karşın sosyalistler, öneğin, Lenin’in ‘Sovyet Sosyalizmi’, Tito’nun ‘Özyönetim Sosyalizmi’, Mao’nun ‘Milli Demokratik Devrimi’ deneyimlerinden, Troçki’nin ‘Sürekli Devrim’ tezlerinden, Berlinguer’in ‘Avrupa Komünizmi’ görüşlerinden çok şey öğrenmişlerdir. Aynı şekilde siyasal/stratejik çizgileriyle birbirleriyle çatışan Türkiye sosyalistlerinin savundukları düşüncelerden de çıkaracağımız önemli dersler vardır.




1980’lerin sonunda çatırdamaya başlayan ve 1990’ların başında çöken Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalizmleri kadar Çin Halk Cumhuriyeti’nde uygulanan sosyalizm de başlıbaşına bir ders konusudur. Bu dersler iyi çalışıldığı takdirde hiçbir sosyalist uygulamanın başka bir ülke için örnek oluşturamayacağı görülmektedir.

Burada vurgulanması gereken, ‘çökenin’ sosyalizmin dünyanın belli bir bölgesindeki uygulaması olduğudur; 70 yıllık Sovyet deneyiminin başarısızlığı sosyalizmin kuram olarak çöktüğü anlamına gelmez. 70 yıl insan ömrü için uzun, insanlık içinse çok kısa bir süredir.

1980’li yıllarla birlikte hızla yükselişe geçen ABD merkezli neo-liberal küresel kapitalizm, Sovyet ve Doğu Avrupa sosyalizmleri çöküp de önünde belirleyici bir engel kalmayacınca dünyanın geniş bölgelerinde emperyalist egemenliğini kurmuştur. Ne var ki diyalektik materyalist düşünce kuramını doğrularcasına emperyalizm de kendi karşıtını yaratmış, ABD’nin arka bahçesi kabul edilen Güney Amerika’da birçok ülke ‘sol’un farklı renkleriyle emperyalizmin karşısına dikilmiştir.
12 ülkenin (Brezilya, Arjantin, Venezüella, Şili, Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Paraguay, Uruguay, Guayana, Surinam, Peru) katılımıyla geçen ay kurulan ve başkanlığına Şili’nin sosyalist Cumhurbaşkanı Michelle Bachelet’nin getirildiği Güney Amerika Ulusları Birliği – UNASUR bu dikilişin ilk toplu adımlarından biridir. (e-posta: dkavukcuoglu@superonline.com)



(Fotoğraflar: Antonio Gramsci, Mustafa Suphi, Behice Boran, Enrico Berlinguer, J. B. Tito, Michelle Bachelet)

27 Mayıs 2008 Salı

2008-43 68 HAREKETİNİN DÜŞÜNSEL TEMELLERİ - 28.05.2008

İki haftadır bu köşede Stokely Carmichael (ABD), Angela Davis (ABD), Rudi Dutschke (Almanya), Tarık Ali (İngiltere), Daniel Cohn-Bendit (Fransa) gibi 1968 hareketinin çeşitli ülkelerdeki gençlik önderlerinin yaşam öykülerini özetlemeye çalıştım. Bu adlara hiç kuşkusuz yakın bir döneme kadar Almanya’da Şansölye olan Gerhard Schröder ile Dışişleri Bakanı olan Joschka Fischer, İtalyan düşünür Antonio Negri gibi daha birçok kişi eklenebilir.



Saydığım bu adların ortak özelliği, 1968 baharında yaşadıkları ülkelerde kitlesel gençlik hareketlerinde öne çıkmış olmalarının yanısıra daha önceki yıllardan başlayarak ve birbirlerinden habersiz olarak aynı bilgi kaynaklarından beslenmiş olmalarıydı. Görece erken yaşlarında kazandıkları siyasal/ideolojik kimliklerinin oluşmasında Ernst Bloch, Theodor Adorno, György Lucács, Martin Heideggers, Jean Paul Sartre, Herbert Marcuse gibi düşünürler önemli rol oynamışlardı. Diğer bir ortak özellikleri ise yüksek öğrenimlerini felsefe, sosyoloji, tarih gibi dallarda yapıyor olmalarıydı. Yaşadıkları ülkelerdeki toplumsal olguları ve bu olgulardan doğan sorunları kuramsal zeminlerde tartışıp irdeleyebilmelerinde, bu zeminlerden hareketle muhafazakâr yapılara seçenek oluşturan sosyal öneriler üretebilmelerinde bu niteliklerinin önemli bir payı vardı.


Batılı 68’lilerin Türkiye’deki 68’lilerden temel farkı, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan ülkemizdekinden daha ileri düzeydeki toplumlarda yetişmiş olmaları kadar kendilerini bilgiyle donatmada verdikleri özel çabalarından ileri gelmektedir. Doğal ki, Batı ülkelerinin, muhafazakâr yapılarına rağmen 1960’lı yıllarda topluma sundukları özgürlük ve demokrasi alanlarının aynı yıllardaki Türkiye ile karşılaştırılamayacak ölçüde geniş olduğunu unutmamak gerekir. Türk dilinin en büyük şairi Nâzım Hikmet’in şiirlerinin yasak olduğu, pelür kâğıtlarda çoğaltılıp elden ele dolaştırıldığı yıllarda Angela Davis’in, Marksist düşünceyle, kazandığı American Friends Service Committee bursuyla gittiği New York’taki lisede 15 yaşındayken tanıştığını yaşam öyküsünden öğreniyoruz.

Batılı 68’li gençlik önderlerinden Komünist Parti üyesi olan Angela Davis ile Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin öğrenci gençlik örgütü Sosyal Demokrat Yüksek Öğrenim Birliği Başkanı olan Gerhard Schröder dışında hiçbiri mevcut siyasal partilere yakın olmamıştır. Aynı şekilde, o yıllarda kendilerini ‘sosyalist’ olarak tanımlamalarına rağmen hiçbiri ‘Sovyet’, ‘Çin’, ‘Küba’, ‘Arnavutluk’ gibi reel sosyalist uygulamalardan birini ülkesine ‘model’ olarak seçmemiştir.

Gençlik kitlelerine önderlik eden Batılı 68’liler, 68’i de sonrasını da ‘özgür bireyler’ olarak yaşamışlar, ilerleyen süreçte Almanya Yeşiller Partisi örneği gibi ‘varolana seçenek oluşturan’ siyasal/ideolojik akımlara, oluşumlara öncülük etmişlerdir.

Siyasallaşma süreci ‘Bağımsız ve demokratik Türkiye’ sloganı ile başlayan ülkemizdeki gençlik hareketi ise başından itibaren karşısında devlet kaynaklı ya da devlet destekli şiddeti karşısında bulunca savunma güdüsüyle kendisi de bir süre sonra şiddete yönelmiş, aynı zamanda da farklı ‘reel sosyalist modeller’ bağlamında bölünerek gençlik, kendi arasında da çatışmaya girmiştir. 68 sonrası süreçte gençlik liderlerinin önemli bölümü öldürülmüş, on yıl içinde iki askeri darbe yaşayan gençlik kitlesel tutuklamalar, işkenceler, baskılar ve yasaklamalarla sindirilmiş, büyük ölçüde siyasetten uzaklaştırılmıştır.

Azımsanmayacak sayıda gençlik önderinin de daha sonra, 68’de ve izleyen yıllarda savundukları siyasal/ideolojik görüşlerinin tam karşıtı siyasetler içinde yer almaları, bu siyasetlerin sözcülüğüne savunmaları, üstelik de bu radikal dönüşü ‘özgürlük ve demokrasi’ adına gerçekleştirdiklerini iddia etmeleri, herhalde ‘eski 68’lilik’ bağlamında dünyada benzerine sık rastlanmayan ‘özel’ bir durumdur. 40 yıl önce filizlenen özgürlük ve demokrasi özlemlerini, 40 yıl sonra Adalet ve Kalkınma Partisi yandaşlığıyla giderdiğini sanmak, sanabilmek, Türkiye'ye özgü bir fenomendir.
(Fotoğraflar: Gerhard Schröder, Herbert Marcuse, Deniz Gezmiş ve 1968'in öğrenci liderlerinden Referans Gazetesi yazarı Cengiz Çandar, Zaman Gazetesi yazarı Şahin Alpay, Bugün Gazetesi yazarı Gülay Göktürk)

26 Mayıs 2008 Pazartesi

2008-42 1968 BAHARI, BİREYLEŞME VE AYDINLAR (4) – DANIEL COHN-BENDIT - 25.05.2008

Hiç kuşkusuz ‘68’ denince ilk akla gelenlerden biri de Yahudi asıllı Alman bir babayla Fransız bir annenin oğlu olan, 1945, Fransa-Montauban doğumlu Daniel Cohn-Bendit’dir.

Cohn-Bendit, liseyi Almanya’nın Hessen eyaletinde küçük bir kasaba olan Ober-Hombach’daki Odenwaldschule’de yatılı okudu; siyasal olgulara ve gelişmelere eleştirel bakmayı burada öğrendi. Kendisini etkileyen öğretmenlerinden biri 1956 Macaristan ayaklanmasına kadar Fransa Komünist Partisi üyesi olan Ernest Jouhy idi. Aynı yıllar içinde anne babasını yitiren Cohn-Bendit, 1965 yılında lise eğitimini tamamladıktan sonra Fransa’ya gitti ve Paris dışındaki, savaş tazminatı çerçevesinde Hessen eyaleti tarafından finanse edilen Nanterre Üniversitesi’nin sosyoloji bölümünde yüksek öğrenimine başladı.

O dönemde tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da yıllardır süregelen muhafazakâr siyasal ve toplumsal düzenden bunalan kesimler için için kaynıyordu. İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerden farklı olarak Fransa’da muhafazakâr iktidarın karşısında başta Fransız Komünist Partisi ve komünist eğimli CGT sendikası gibi güçlü muhalefet odakları vardı. Fakat bu örgütler bürokratik yapıları nedeniyle toplumsal talepler karşısında esnek davranamıyorlar, toplumun çeşitli kesimlerinde başgösteren kendiliğindenci eylemlerle dayanışma bağları kuramıyorlardı.
Nanterre Ünivesitesi’nde de ilk eylemler, öğrenci yurtlarının kapılarının gece 23.00’te kapatılmasını protesto gibi basit bir nedenle başladı. Bu eylemlerin siyasallaşması ise aynı günlerde düzenlenen bir Vietnam Savaşı’nı protesto gösterisinde çok sayıda öğrencinin tutuklanmasıyla gerçekleşti. Öğrenciler, üniversitenin felsefe bölümünde derslikleri işgal ettiler, direniş komiteleri kurup duvar gazeteleri yayımladılar.

Daniel Cohn-Bendit’in ünivesite direnişinin ‘elebaşısı’ olarak 1968 Ocak ayında rektörlüğün disiplin kurulunda alınan ifadesinde ki sözleri o günlerdeki siyasal/ideolojik görüşünü yansıtmaktadır: “Ben bir anarşist Marksistim. Karl Marks’ın kapitalizmin analizinde ortaya koyduklarının doğruluğuna inanıyorum. Fakat komünist hareketin geliştirdiği örgütlenme biçimini tümüyle reddediyorum. Bu biçim, yeni bir toplum yerine yalnızca otoriter bir egemenlik yaratıyor. Burada Marksist kuramla komünist uygulama arasında bir kırılma vardır.”

Nanterre Üniversitesi’ndeki direniş kısa zamanda ‘Fransa’da toplumsal dönüşüm’ ortak talebiyle ülkenin tüm üniversitelerine yayıldı; Mayıs ayına girildiğinde yüzbinlerce öğrenci sokaktaydı. Aynı ay içinde İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CGT - Confédération Générale du Travail) genel greve gitti. Yaklaşık 13 milyon işçinin katıldığı ve 10 gün süren eylem, hükümetle uzlaşmaya varılması üzerine son buldu. Öğrenciler de üniversite reformuna ilişkin isteklerinin hükümetçe kabul görmesi üzerine eylemlerine son verdiler.


Komünist eğilimli sendikaların uzun boylu direniş göstermeksizin hükümetle uzlaşması Cohn-Bendit’in komünist örgütlerin bürokratik yapısı üzerine olumsuz görüşlerini pekiştirmişti. Bu arada hakkında ‘devrimci eylemcilik’ nedeniyle ‘persona non grata (istenmeyen kişi)’ kararı alınınca Almanya’ya geri dönüp Frankfurt’a yerleşti. Bu kentte, 90’lı yıllarda adını Almanya Yeşilleri’nin eşbaşkanı ve Federal Almanya Dışişleri Bakanı olarak duyulacak olan ev arkadaşı Joschka Fischer ile birlikte Hoechst, Opel gibi fabrikalarda işçilere yönelik çalışmalar yapan ‘Devrimci Savaşım’ örgütüne katıldı.


Ne var ki bu dönemi uzun sürmedi, 1970’li yıllarda Marksizm’e sırtını döndü, ‘kendiliğindenci’ eylemlerin etkin bir militanı oldu. “Artık itici gücümüz aş değil, özgürlük, sevgi ve başka yaşam biçimleridir,” tümcesi bu kendiliğindenci hareketin sloganıydı. Cohn-Bendit bu hareketin organı olan ‘Kaldırım Kıyısı’ adlı bir dergi çıkardı, bir kitapevi işletti, anti-otoriter bir anaokulunda eğitmen olarak çalıştı. Kadın hareketlerini destekledi. Çok kültürlü yaşam çerçevesinde yabancıların haklarını savundu. 1968-2004 yılları arasında 9 kitaba iki de filme imza attı.
1978 yılında Yeşiller’e katıldı. 1994 yılında Almanya’dan, 1999’da Fransa’dan, 2004 yılında yine Almanya’dan Avrupa Parlamentosu’na milletvekili seçildi.
Halen Avrupa Yeşilleri’nin parlamentoda eşbaşkanlığını yapmaktadır.

20 Mayıs 2008 Salı

2008-41 1968 BAHARI, BİREYLEŞME VE AYDINLAR - TARIK ALİ

Önceki iki yazımda ABD ve Avrupa’daki 1968 Hareketi’nin topluma ve bireylere kazandırdıklarıyla bu hareketin ABD’de başını çeken Angela Davis ile Stokely Carmichael’ın, Almanya’da da Rudi Dutschke’nin yaşam öykülerini özetlemeye çalıştım. Liderlik niteliğine sahip bu üç gençlik önderinin ortak özelliği, düşünsel, ve siyasal açılardan kendilerini 1968 Baharı’nda patlak veren kitle hareketlerine önceki yıllardan başlayarak hazırlanmış olmalarıydı.

1968’in İngiliz gençlik hareketinin öne çıkan, 1943 Hindistan-Lahore doğumlu, Pakistan asıllı Tarık Ali’ydi. Pencap Üniversitesi’nde okurken, öğrenci konseyi başkanı olarak Pakistan’daki diktatörlük rejimine karşı gösteriler düzenlemiş, hayatınn tehlikeye girdiğini görünce İngiltere’ye göçerek ünlü Oxford Üniversitesi’nde siyaset ve felsefe okumaya başlamıştı. Üniversitenin tarihinde Öğrenci Birliği’nin (Oxford Union) başkanlığına seçilen ilk Pakistan asıllı öğrenciydi. Gerek 68 öğrenci hareketinde gerekse Vietnam savaşı karşıtı gösterilerde önemli bir rol oynadı, aynı zamanda bir ‘siyasal karşı kültür’ dergisi olan ‘Black Dwarf’ın redaksiyon üyesiydi.

1968 yılında Troçkist eğilimli bir örgüt olan Uluslararası Marksist Grup’a (International Marxist Group - IMG) katılarak yönetimine girdi. Bu örgütün kamuoyunda en tanınan üyesiydi, üyeliği 1980 yılına kadar sürdü. Düşünsel farklılıklar nedeniyle IMC’den ayrıldıktan sonra İşçi Partisi’ne (Labour Party) üye olmak istediyse de başvurusu geri çevrildi. Bugün kendisini ‘raadikal sosyalist’ ve antiemperyalist olarak tanımlıyor.




Tarık Ali 1966 yılında, özellikle Vietnam savaşı sırasında sesi duyulan Bertrand-Russel-Barış Vakfı’na üye seçildi ve dünyanın çeşitli savaş bölgelerini dolaştı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’le yaptığı tartışmalar dünya kamuoyu tarafından ilgiyle izlendi.



İngiltere’de yaşayan, yazar ve film yapımcısı Tarık Ali 1968 yılından bu yana yayımlanan ve uluslararası sol’un en önemli bağımsız yayın organlarından biri kabul edilen ‘New Left Review’ dergisinin yayıncıları arasındadır.


Türkiye’de yayımlanan yapıtları – İncelemeler: Pakistan: Askeri Yönetim mi, Halk İktidarı mı? (1970), 1968 ve Sonrası: Devrimin İçinde (1978), Pakistan Ayakta Kalabilir mi? (1982), Nehru'lar ve Gandhi'ler (1985), Sokak Savaşı Yılları: 1960'lı Yılların Otobiyografisi (1987), Yukarıdan Devrim: Sovyetler Birliği Nereye Gidiyor? (1988), Fundamentalizmler Çatışması (2002), Bush Babil'de (2003), Bush Bağdat'ta (2004), Karayip Korsanları – Umut Ekseni (2008). Romanları: Kefaret (1990), İslam Beşlisi: Nar Ağacının Gölgesi (1992), Selahaddin'in Kitabı (1998), Taş Kadın (1999). Komünizmin Çöküşü Üçlüsü: Kefaret (1991), Ayna Korkusu (1998).

***

Stokely Carmichael örneğinde görüldüğü gibi Trinidad doğumlu bir siyahın ABD genelinde kitlesel bir gençlik hareketinin başına geçmesi –yıl 1968 de olsa- anlaşılabilir, fakat İngiltere gibi muhafazakâr bir ülkede bir Pakistanlının İngiliz gençliğinin lideri olması, -özellikle bir Türk için- kolay anlaşılabilir bir durum değildir.

Bırakalım 1968’i, 2008 Türkiyesinde bile bir yabancının, sözgelimi bir İranlı ya da Nijeryalının olası bir gençlik ayaklanmasının başını çekecek olması hayal dahi edilemeyecek bir durumdur.
Bu iki örnek dışında Alman Rudi Dutschke de Doğu’dan göçmüş bir ailenin çocuğu, önümüzdeki Pazar göreceğimiz gibi Fransa 68’inin lideri de Yahudi asıllı bir Alman ailesinin oğluydu.

Bunların altını, dünya 68 gençliğinin kendi ülkelerinin sorunlarından yola çıkarak fakat aynı zamanda da ırk, milliyet kavramlarından bağımsız olarak ırk ayırımcılığı ve savaş karşıtlığı, özgürlük, demokrasi, birey olma hakkı gibi evrensel değerler düzeyinde buluştuğunu göstermek için çiziyorum.

Dünya 1968 hareketi insanlığa kurulu düzen karşıtı, savaşımcı, demokrat, özgürlükçü aydınlar kazandırdı.







16 Mayıs 2008 Cuma

2008-40 1968 BAHARI, BİREYLEŞME VE AYDINLAR (2) - 18.05.2008

ABD 68’inin başta gelen diğer bir gençlik lideri de önce Kara Panter (Black Panther) üyesi olan ve daha sonra Kara İktidar (Black Power) örgütünü kuran 1941 Trinidad doğumlu Stokely Carmichael’dı.



1966’dan 1967 sonuna kadar “Student Nonviolent Coordinating Committee – SNCC“nin (Barışçı Öğrenci Koordinasyon Komitesi) başkanlığını yürüttü. 1967 yılında kaleme aldığı ‘Kara İktidar’ başlıklı makalesinde kullandığı ‘kurumsal ırkçılık’ kavramıyla bu konudaki tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. 1968 yılında siyahların lideri Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra o güne kadar izlediği barışçı çizgiyi terk etti. Aynı yıl Kara Panter Partisi’ne (Black Panther Party) katıldıysa da bir süre sonra ayrılarak, kuruluşuna önderlik ettiği, beyaz Amerika’ya karşı sınıf ayırımı gözetmeksizin tüm siyahları birleştirmeyi amaçlayan ‘Kara İktidar’ (Black Power) örgütünde savaşımını sürdürdü.


Sporseverler, Meksika’da düzenlenen Olimpiyat Oyunlarında 200 m koşuda şeref kürsüsüne çıkan ABD’li siyah atletler Tommie Charles Smith (altın) ve John Wesley Carlos’un (gümüş) ABD ulusal marşı söylenirken siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırarak ‘Kara İktidar’a dayanışma selamı gönderdiklerini anımsayacaklardır.






Stokely Carmichael, 1968 yılında evlendiği ünlü caz şarkıcısı Miriam Makeba ile daha sonra Afrika’ya, Ahmet Seku Ture’nin yönettiği Gine’ye göç etti. Gana’nın İngilizlere karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşının önderi Kwame Nkrumah’a ve Gine’nin Fransızlara karşı kazandığı bağımsızlık savaşının önderi Ahmet Seku Ture’ye olan saygısından adını Kwame Ture olarak değiştirdi, “All-African People's Revolutionary Party (Tüm Afrika Halklarının Devrimci Partisi)”ne üye oldu. Stokely Carmichael 1998 yılında prostat kanserinden öldü.

Yapıtları: “Dritte Welt, Unsere Welt – Thesen zur Schwarzen Revolution (Üçüncü Dünya, Bizim Dünyamız – Kara Devrim Üzerine Tezler)”, “Ready for Revolution (Devrime Hazır Olmak)”.

***

Bir postacının oğlu olan 1940 doğumlu Rudi Dutschke, Almanya’daki 1968 hareketinin en önde gelen gençlik lideriydi. Berlin Hür Üniversitesi’nde sosyoloji, felsefe ve tarih okumuş, 1973 yılında doktorasını verene kadar üniversite ile ilişkisini kesmemişti. İlgi alanı önceleri Martin Heidegger ve Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluk tezleri iken, ilgisi sonraları Karl Marx’ın ilk yazılarında, Georg Lukács ve Ernst Bloch’un yapıtlarıyla Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse gibi ‘eleştirel kuramcılar’da yoğunlaşmıştı.



Rudi Dutschke, bir Marksist olarak yaşamı boyunca toplumsal ilişkiler karşısında insanların bireysel karar verme özgürlüğünü savundu. 1965 yılında, daha sonra Alman gençlik hareketinin başını çekecek olan “Sozialistischer Deutscher Studentenbund-SDS”in (Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği) danışma kuruluna seçildi. Bu yıldan itibaren Almanya genelinde düzenlediği bilimsel seminerler, toplantılar, gösteri yürüyüşleriyle toplumun geniş kesimleri tarafından tanındı. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 2 haziran 1967 günü Berlin’i ziyareti sırasında çıkan olaylarda Benno Ohnesorg adlı öğrencinin polis tarafından vurulmasından sonra kitlesel gösterileri düzenleyen de oydu. 18 şubat 1968 günü Vietnam Savaşı’nı protesto amacıyla örgütlediği gösteri yürüyüşüne on binden fazla insan katıldı.


11 nisan 1968 günü Berlin’de kendisine karşı düzenlenen bir suikastte ağır yaralandı. İyileştikten sonra düşünsel ve örgütsel çalışmalarını sürdürdü. Çalışmalarına katıldığı Yeşiller’in kuruluş kongresinden üç gün önce, 24 aralık 1979 günü evinde banyo yaparken küvette boğularak öldü. Hekimler, banyoda geçirdiği sara nöbetine 11 yıl önce uğradığı suikastin neden olduğunu belirttiler.
Yapıtlarından bazıları: “Jeder hat sein Leben ganz zu leben – Die Tagebücher 1963–1979” (Herkes Hayatını Tam Yaşamalıdır – Günlükler 1963-1979), “Geschichte Ist Machbar” (Tarih Yapılabilir), “Lieber Genosse Bloch … – Briefe An Karola und Ernst Bloch” (Sevgili Yoldaş Bloch… - Karola ve Ernst Bloch’a Mektuplar), “Mein Langer Marsch” (Benim Uzun Yürüyüşüm), “Die Sowjetunion, Solschenizyn und die westliche Linke” (Sovyetler Birliği, Solşenitsin ve Batı Solu), “Versuch, Lenin auf die Füße zu stellen. Über den halbasiatischen und den westeuropäischen Weg zum Sozialismus“ (Bir Deneme – Lenin’i Ayakları Üzerine Oturtmak. Sosyalizm Yolunda Yarı-Asyatik ve Batı Avrupalı Çizgi Üzerine)“ vd.





2008-39 1968 BAHARI, BİREYLEŞME VE AYDINLAR (1) - 14.05.2008

Avrupa toplumları 1968 Baharı ile birlikte yeni kazanımlar elde ettiler. Birçok alanda demokratik dönüşümler gerçekleşti, özgürlüklerin sınırları genişledi, her şeyden önemlisi insanlar ‘birey’ olduklarının ayırtına vardılar. Otoriter yapılar sarsıldı, birey-devlet dengesi bireylerin lehine olarak değişti. Birey-devlet dengesinin bireylerin lehine değişmesi, toplum içindeki çeşitli otoriteler karşısında da bireylerin konumunu güçlendirdi.

İlköğretim kurumlarından başlayarak öğrenciler devam ettikleri eğitim kurumlarının yönetiminde söz sahibi oldular. Öğrenci temsilcilerinin karar mekanizmaları içinde aktif olarak yer almalarını sağlayan üniversite reformu gerçekleştirildi. Devlet dairelerinde hizmet eğer banko arkasından değil de memurun çalıştığı ofisten veriliyorsa hizmet alan kişiye, memurla karşılıklı oturabileceği bir yer gösterilmesi zorunlu kılındı. Yargıdan polise, sağlıktan eğitime tüm devlet kurumlarında 16 yaşından büyük yurttaşlara yargıçların, polislerin, hekimlerin, öğretmenlerin ‘siz’ diyerek hitap etmeleri kurallaştırıldı.

Kıta Avrupa’sında, devlet okullarında öğrencileri otorite karşısında anonimleştiren/aynılaştıran üniforma zorunluluğu çok büyük ölçüde kaldırıldı. Kadın-erkek eşitliği konusunda önemli adımlar atıldı, birçok ülkede hayatın her alanında erkeklerle eşit kılınması amacıyla kadın kotası uygulaması başlatıldı; buna bağlı olarak zaman içinde gerek yasama, gerek yürütme, gerekse yargı organlarında kadınların çok daha fazla sayıda temsilinin yolları açıldı. Aile içi şiddete karşı gerek kadını, gerekse çocuğu kamu korumasına almaya yönelik çeşitli yasal önlemler alındı. Birçok ülkede başta tarih olmak üzere ders kitapları, barış temel alınarak değiştirildi, çağdaş gereksinimlere uygun duruma getirildi.
Bu birkaç örnekte görüldüğü gibi Avrupa’daki 1968 Hareketi’nin toplumsal/kültürel kazanımları bireylerin yaşamlarına doğrudan yansıdı. ABD ve Avrupa’daki 1968 Hareketi salt öğrenci eylemleriyle sınırlı değildi; başından itibaren aydınların büyük desteğini görmüş, Fransa’da milyonlarca, İtalya’da yüz binlerce işçiyi sokağa dökmüştü. Hareket aynı zamanda 68’e önderlik eden öğrenci liderlerinin kişiliklerinde düşün ve siyaset dünyasına önemli aydınlar kazandırdı.

***

ABD 68’inde öne çıkan isim bir siyah olan ve hem öğrenci hem de sosyalist harekette önemli bir rol oynayan, 1944 Alabama doğumlu Angela Davis’ti. Felsefe ve Fransız Dili okuduğu Brandeis Üniversitesi’ni 1965 yılında bitirip bir süre Jean-Paul Sartre üzerine çalıştıktan sonra bir yıllığına Almanya’ya gitti, 1966 yaz sömestresinde Frankfurt Üniversitesi’nde Theodor Adorno’nun derslerini izledi. Daha sonra yeniden Brandeis Üniversitesi’ne döndü, burada filozof Herbert Marcuse ile tanıştı. 1967 yılında önce Kara Panter Partisi’ne (Black Panther Party), daha sonra Komünist Parti’ye üye oldu. Marksizm ile 15 yaşındayken bir burs kazanarak kabul edildiği New York’taki bir özel lisede tanışmıştı.

1967 yılının sonunda bir ‘terörist eyleme karıştığı’ savıyla tutuklu olarak yargılanmaya başladı. Tutukluluğu 18 ay, tümü beyazlardan oluşan bir jüri tarafından aklanması iki yıl sürdü. Tutuklanması, dünya çapında protestolara yol açmıştı. John Lennon ve Yoko Ono’nun yazdıkları “Angela” şarkısı ile The Rolling Stones grubunun “Sweet Black Angel” adlı şarkısı onun için yazılıp bestelenmiştir. Angela Davis, 1991 yılında Komünist Parti’den ayrıldı, fakat 2005 yılında yazdığı “Abolition Democracy” adlı kitabında kendisini bugün de ‘komünist’ olarak tanımlamaktadır.

***
Halen Santa Cruz’da bulunan California Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan Angela Davis’in önemli yapıtları şunlardır: „If They Come in the Morning: Voices of Resistance (Eğer Sabah Gelirlerse: Direnişin Sesi) 1971“, „Frame Up: The Opening Defense Statement Made, 1972“, „Angela Davis. An autobiography (Angela Davis – Otobiyografi) 1974“, „Women, Race & Class (Kadın, Irk & Sınıf) 1981“, „Rassismus und Sexismus. Schwarze Frauen und Klassenkampf in den USA (Irkçılık ve Cinsiyetçilik. ABD’de Siyah Kadınlar ve Sınıf Savaşı) Berlin: Elefanten Press, 1982“, „Violence Against Women and the Ongoing Challenge to Racism (Kadına Karşı Tecavüz ve Irkçılığa Sürekli Meydan Okuma) 1985“, „Women, Culture and Politics (Kadın, Kültür ve Politika) 1989“, „Eine Gesellschaft ohne Gefängnisse? Der gefängnisindustrielle Komplex der USA. Schwarzerfreitag 2004 (Hapishanesiz bir Toplum? ABD’nin Cezaevi Sanayii Kompleksi)“, „Abolition Democracy - Beyond Empire, Prisons, and Torture (Demokrasinin Feshi – İmparatorluğun, Hapishanelerin ve İşkencenin Ötesinde) 2005“ vd.

2008-38 AVRUPA'DA 1968 BAHARI - 11.05.2008





Emperyalizme karşıtlığı örtüşse de Avrupa’daki 1968 Baharı’nı Türkiye’deki gençlik hareketinden ayıran başlıca olgular 2. Dünya Savaşı’nın gençlik üzerindeki etkileri ve Avrupa’nın ekonomik gelişmişlik düzeyiydi. Savaş, Almanya’nın teslim olması üzerine ardında yaklaşık 50 milyon ölü, yıkılmış kentler, çökmüş ekonomiler bırakarak 6 mayıs 1945 günü sona erdi. Aynı yılın sonlarında başlayan ve giderek artan Amerikan yardımıyla özellikle sanayi ve inşaat alanlarında büyük atılımlar gerçekleştirildi. Savaştan yenik çıkan Almanya, İtalya gibi ülkeler yaralarını sarıp kısa zamanda dünya gelişmişlik sıralamasındaki eski yerlerini aldılar.





Yıkılan ülkeleri yeniden inşa edenlerin büyük çoğunluğu savaştan geri dönen erkekler, kadınlar ve yaşlılardı. Bu ülkelerin kırklı yılların ikinci yarısında dünyaya gelen gençliği, savaşı yaşamadığı gibi hayatı tanımaya 1950’lerin hızlı kalkınma döneminde başlamıştı. Evde, okulda, sokakta savaş öyküleri dinliyorlar, dinledikçe de kendilerinden önceki kuşağı, babalarını suçluyorlardı. Doğumları 40’lı yıllara rastlayan kuşak savaş karşıtı olarak yetişti. 20’li yaşlarına gelene kadar ülkelerinde iktidar olarak yalnızca muhafazakâr partileri gördüler; Almanya ve İtalya’da Hıristiyan Demokratlar, Fransa’da ‘de Gaulle’cüler’, İngiltere’de Muhafazakâr Parti baştaydı. Bu iktidarlar, anne babalar tarafından ‘kalkınma mucizesini başaran güçler’ olarak dört yılda bir sandık başında ödüllendiriyordu.

***

Ekonomik gelişmeye ve beraberinde gelen görece refaha bağlı olarak elde edilen olanaklar, gençliğe hayatın her alanında eski kuşaklardan farklı davranış biçimleri, alışkanlıklar kazandırmıştı. Gençler, hayatı eski kuşaklardan çok daha yoğun, çok daha derinden sorguluyorlardı. Jean Paul Sartre, Albert Camus, gibi yazarların, Ernst Bloch, Herbert Marcuse, Bertrand Russel, Theodor Adorno gibi düşünürlerin yapıtları Batı gençliğini etkiliyordu. Ünlü üniversitelerin felsefe, sosyoloji, tarih bölümleri gençlik için çekim merkeziydi. Sosyal değişimden yana üniversite hocalarının derslerini amfilerde binlerce öğrenci izliyordu.


Theodor Adorno

Avrupa’daki 60’lı yılların gençliğinin müzik, resim, sinema, estetik, giyim vb. beğenileri de önceki kuşaklarınkinden farklıydı. Taralı saç, takım elbise, kravat demode olmuştu. Odalarının duvarlarını Marx’ın, Che Guevara’nın fotoğraflarının yanında Andy Warhold’un ‘pop art’ posterleri süslüyordu. The Beatles, Rolling Stones gibi grupların müziği dünyayı kasıp kavuruyor, Bob Dylan, Joan Baez savaş karşıtlarının sesi oluyordu.

1968 yılında 21 yaşına basan Cannes Film Festivali, ayaklanan Fransız öğrencilerle dayanışan François Truffaut, Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin ‘etkin müdahaleleri’ sonunda perdelerini açamamıştı. Parlamenter demokrasi, savaş sonrası yetişen kuşağa yetersiz geliyor, geleneksel-muhafazakâr yaklaşımlar gençlerin özgürlük, eşitlik, ‘doğrudan demokrasi’ taleplerini karşılayamıyordu.

Joan Baez

***
Geleneği temsil eden ve iktidarı elinde bulunduran eski kuşaklar ile potansiyel-muhalif savaş sonrası kuşak arasında bir çatışma kaçınılmazdı. Çatışmanın patlak vermesi için bir kıvılcım yeterliydi; nitekim Benno Ohnesorg adlı bir öğrencinin, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Berlin’i ziyareti sırasında düzenlenen protesto gösterilerinden birinde, 2 haziran 1967 günü bir polis tarafından vurularak öldürülmesi Almanya’da beklenen çatışmayı tetikledi.
İngiltere’de ise 68 Hareketi 17 mart 1968 günü öğrenciler tarafından Londra’da, Trafalgar Meydanı’nda düzenlenen savaş karşıtı gösteriye polisin müdahale etmesi, bu müdahale sırasında birkaç öğrencinin yaralanmasıyla başladı. Aynı günlerde üniversite reformu istemiyle önce Paris dışındaki Nanterre Üniversitesi, bir süre sonra da benzer istemlerle Roma Üniversitesi öğrenciler tarafından işgal edildi.

İktidarların gücü, Avrupa metropollerinin alanlarını esir alan gençlik hareketini uzunca bir süre bastırmaya yetmedi, birçok hükümet çeşitli ödünler vererek bu küresel hareketi zayıflatmayı denedi, Belçika’da ise 1968 yılı ocak ayında, başkent Brüksel’e 30 km uzaklıktaki Löwen Üniversitesi’nde başlayan boykot sonucunda hükümet 7 şubat günü istifa etti.

Avrupa toplumları 1968 Baharı ile birlikte yeni kazanımlar elde ettiler. Birçok alanda demokratik dönüşümler gerçekleşti, özgürlüklerin sınırları genişledi, her şeyden önemlisi insanlar ‘birey’ olduklarının ayırtına vardılar. Otoriter yapılar sarsıldı, birey-devlet dengesi bireylerin lehine olarak değişti.


2008-37 1968 BAHARI - 07.05.2008

ABD’de, Başkan John F. Kennedy’nin 22 kasım 1963 günü bir suikasta kurban gitmesinden sonra başkanlık Koltuğuna oturan Lyndon Baines Johnson, Demokrat Parti’den; İngiltere Başbakanı James Harold Wilson, İşçi Partili; Almanya’da Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik ve Almanya Sosyaldemokrat Partisi’nin katılımıyla kurulan Büyük Koalisyon Hükümeti’nin başı, Şansölye Kurt Georg Kiesinger, Hıristiyan Demokrat; Fransa’da Başbakan George Pompidou, ‘de Gaulle’cü’ Yeni Demokrasi Birliği’nden; İtalya Başbakanı Aldo Moro, Hıristiyan Demokrat; Süleyman Demirel Adalet Partisi’ndendi.

Lyndon B. Jonhson

Siyasal kişilikleri 2. Dünya Savaşı sonrası dünyaya egemen olan ‘soğuk savaş’ döneminde biçimlenen ve sosyalist ülkeler ile Üçüncü Dünya ülkelerindeki bağımsızlık savaşlarını da Batı için tehlike olarak gören bu politikacıların ortak özellikleri antikomünist/muhafazakâr olmalarıydı. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve Türkiye’de gençlik, ‘1968 Baharı’nı bu politikacıların iktidarları döneminde karşıladı.

***
Bu ülkelerin tümünde olayları tetikleyen, üniversite reformuna ilişkin talepler olduğu düşünülse de bu, buzdağının su yüzünde görünen bölümüydü. Her ülkede 68 Hareketi o ülkenin kendine özgü siyasal, ekonomik, kültürel koşullarına bağlı olarak ortaya çıkmıştı.

68 Hareketi’ni küreselleştiren başlıca gelişme ise Amerika Birleşik Devletleri’nin taraf olduğu ve giderek şiddetlenen Vietnam savaşıydı. Fransa’nın Vietnam’da 1946 yılından beri sürdürdüğü sömürge savaşı, Fransız ordusunun 1954 yılında Dienbienphu’da bozguna uğramasından sonra aynı yıl 21 temmuzda imzalanan Cenevre Antlaşması ile sona ermiş, Vietnam, Kuzey ve Güney olmak üzere 17. paralel sınır alınarak ikiye bölünmüştü. Kuzey ile birleşmesi hedefleyen güneydeki Halk Kurtuluş Ordusu’nun (Vietcong) düzenli orduya kazandığı ilk başarılar üzerine Amerika Birleşik Devletleri Güney Vietnam’ı sahiplenerek ilk elde ‘danışman’ adı altında 17 bin askerini ülkeye yerleştirdi. 1963 yılında bir darbeyle hükümet devrilerek iktidar askerlere geçti.

Vietcong ve Kuzey Vietnam birliklerinin baskısı altındaki Güney Vietnam'ın çöküşünü ancak ABD’nin doğrudan müdahalesi engelleyebilirdi. ABD’nin yardımıyla Güney Vietnam ordusunun kuvveti üç kat arttı. 1964'te ABD, komünist kuvvetlerin artan saldırılarına yanıt olarak Kuzey Vietnam'ı bombalamaya başladı. 1964’te Güney Vietnam’a gönderilen asker sayısının 23 bine, ertesi yılın sonunda 184 bine yükselmesi üzerine ABD’deki savaş karşıtı etkinliklerde de bir artış gerçekleşmişti.
Vietnam

ABD’deki savaş karşıtı eylemler, yürürlükteki ırk ayrımcılığına karşı uzun yıllardır süregelen gösterilerle buluşunca ülkede parlamento dışında ve düzene karşı önemli bir muhalefet ortaya çıkmıştı. İkisi de siyah olan Stokely Carmichael, Angela Davis gibi gençlik ve sivil yurttaşlık hareketi önderlerinin çağrıları Avrupa metropollerinin öğrenci kitlelerinde büyük yankı uyandırıyordu.

***

Vietnam direnişinin yanı sıra Güney Afrika ve Rodezya’da ırk ayrımcılığına karşı yürütülen mücadele, Angola, Mozambik ve Burkina Faso’nun bağımsızlık savaşları, Filistin halkının emperyalizme karşı direnişi, ABD’ye meydan okuyan Küba, Çin’deki ‘Kültür Devrimi’ dünya gençliği gibi Türkiye’deki gençliğin de ilgi odağı ve esin kaynağıydı.

Almanya’da Rudi Dutschke, Fransa’da Daniel Cohn Bendit, İngiltere’de Tarık Ali gibi gençlik önderlerinin söylemleri birbirlerininkilerle olduğu gibi Türkiye’deki gençlik hareketinde öne çıkan Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların söylemleriyle de örtüşüyordu.

‘Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’, Türkiye’deki gençliğin ulusallığını, ‘Bir, iki, üç Vietnam, Ernesto’ya bin selam’ da evrenselliğini yansıtan/simgeleyen sloganlardı.


Aynı coşkuyla dillendirilen bu sloganlar/söylemler, ‘ulusal olmadan evrensel, evrensel olmadan ulusal’ olunamayacağını göstermesi açısından önemli bir örnektir.

2008-36 AYAKLAR BAŞ, YA OLACAK, YA OLACAK! - 04.05.2008

İstanbul, 1 Mayıs günü tam anlamıyla bir felaket yaşadı. Kentin, yeteneksiz yöneticileri, ‘güvenlik’ adına İstanbullulara 12 Eylül faşizmini anımsatan dehşet dolu saatler yaşattılar; yalnızca İstanbullulara değil, kente gelen yabancı turistlere de.

Önce Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Merkezi, sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi İl Merkezi polis tarafından basıldı, yapıların içine gaz bombaları atıldı, DİSK binasının önünde beklemekten başka günahı olmayan işçilerin üzerine tazyikli su sıkıldı, ÖDP binasının önünde çay içen partililer coplandı. Cankurtaranlar hastanelere yaralı taşıdılar.

Televizyonlar olan bitenleri, o dehşet görüntülerini dakikası dakikasına verdiler. Tüm dünya gördü ki, yetkililerin günlerdir ağızlarına doladıkları ‘provokatörler’ sabahın köründe DİSK Genel Merkezi’ni basan, işçileri gaz bombalarıyla hastanelik eden güvenlik güçlerinden başkası değildi. Kimi grupların polise karşı taşlı, sopalı direnişleri bu haberlerin yayılması üzerine başladı. Şiddet, karşı şiddeti doğurdu.
İstanbul Valisi’nin göstericilere karşı polisin ‘orantılı güç’ kullanacağına ilişkin sözleri havada kaldı; polis, göstericilerin üzerine bir benzerine rastlanmamış yoğunlukta gaz bombası fırlattı, yerde yatan göstericilere tekmeler savurdu. Turistler dövüldü. Gazetecilerin kolları kırıldı. Polis, ‘devlet terörü’ nedir sorusuna en somut yanıtı, Şişli Etfal Hastanesi’nin acil servisine gaz bombası atarak verdi. Sendikacılar uygulanan terör karşısında can güvenlikleri nedeniyle Taksim’e yürümekten vazgeçtiler. Devlet terörü, emekçilerin sivil demokrasi ve özgürlük taleplerine görünüşte galebe çaldı.
Fakat son çözümlemede kazananlar yine de sendikacılar, işçiler ve emekçilerle dayanışan insanlar oldu.

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü sendikaların istekleri doğrultusunda Taksim Alanı’nda kutlansaydı ne olurdu? Hiçbir şey olmazdı, yüz binler alanı doldurur, marşlar, türküler söylenir, halaylar çekilir, konuşmalar yapılır, sonra kalabalık dağılırdı.


1 Mayıs 1977 günü de kutlamaların son aşamasına, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasını yaptığı an’a kadar böyle olmamış mıydı? Ta ki devletin içine yuvalanmış karanlık güçlerin tetikçileri kurdukları pusulardan halkın üzerine yaylım ateşi açana kadar.

12 Eylül faşizmi 37 kişinin yaşamını yitirdiği 1 Mayıs 1977 kıyımını kullanarak Taksim Alanı’nı emekçilere yasakladı. Konu türban olunca demokrasi ve özgürlüğü dilinden düşürmeyen AKP iktidarı da bu yasağı başarıyla (!) sürdürüyor.
Fakat her şerde bir hayır vardır, denir ya, bu 1 Mayıs’ta AKP’nin sahte demokrasisinin boyaları dökülünce altındaki İslamcı-faşizm iyice ortaya çıkmıştır. Bir kez daha görülmüştür ki bu iktidar, başta emekçiler olmak üzere kendisi gibi düşünmeyen her kesime, her kişiye düşmandır. AKP iktidarı başta kaldıkça bu ülkede demokrasinin de, özgürlüğün de, insan haklarının da çağdaş uygarlık düzeyinde gerçekleşmesi olanaksızdır.

***

Peki, ne yapacağız? Bu sorunun yanıtını Başbakan, “Ayaklar başları yönettiği yerde kıyamet kopar!” diyerek vermiştir. Bu, derin bir korkunun ifadesidir. Türkiye’deki işbirlikçi kapitalist iktidarın başı, ayakların baş olmasından korkmaktadır; 1 Mayıs’ta başvurulan devlet terörünün nedeni de bu korkudur. İktidar, korkusunun kaynağı olan emekçileri panzerlerle, tazyikli sularla, gaz bombalarıyla baskı altına almak çabasındadır.

Bu çaba bize aynı zamanda hedefimizi de gösteriyor: Ayakları baş yaparak korktukları o kıyameti koparmak!


Unutmayalım: Toplumdaki ayaklar yalnızca mavi tulumlu işçiler değildir; işçiler kadar köylüler, memurlar, kamu görevlileri, özel sektör çalışanları, birbiri ardınca kepenk kapatan esnaf da her türlü toplumsal, ekonomik, siyasal kötülüğün kaynağı olan kapitalizmi taşıyan ayaklardır.


Kurtuluşun da, demokrasinin de, özgürlüğün ve toplumsal refahın da yolu ayakların baş olmasından geçmektedir.

Öyleyse ayaklar baş, ya olacaktır, ya olacaktır!



2008-35 EMEK VE DAYANIŞMA - 30.04.2008










Yarın 1 Mayıs, ‘emek’i en yüce değer olarak görenler için önemli bir gün; bu önemli gün tarihimizde ilk kez ‘resmen’ Emek ve Dayanışma Günü olarak kutlanıyor. Emekçiler yarın Türkiye’nin dört bir yanında alanlara sokaklara dökülerek 1 Mayıs’ı kutlayacaklar; konuşmalar yapılacak, türküler, marşlar söylenecek, halaylar çekilecek.

AKP hükümetinin gönlü, 1 Mayıs’ı, Emek ve Dayanışma Günü olarak kabul ederken, emekçilerin bu önemli gününü ‘tatil’ ilan etmeye varmadı. Hem 1 Mayıs’ı toplumun çalışan insanları için özel bir gün ilan edeceksin, hem de bu özel günlerini topluca kutlamalarına olanak tanımayacaksın! Toplumu sadakayla yönetmeye alışmış bir iktidardan farklı bir davranış da beklenmiyordu zaten. Şimdi ne olacak? 1 Mayıs’ı kutlamak için alanlara, sokaklara dökülecek mavi tulumlu, beyaz yakalı, beyaz önlüklü emekçiler hakkında ‘izinsiz göreve gelmemek’ suçlamasıyla işverenler tarafından soruşturma açılacak.

Doğal ki çok daha önemlisi Taksim Alanı’na ilişkin olarak hükümetin yarattığı tehlikeli gerilimdir. Bu yazıyı salı günü öğle saatlerinde yazıyorum. Gazeteler ‘İşçilere tehdit’, ‘Mayıs restleşmesi’, ‘Taksim kavgası’, ‘Taksim restleşmesi’ gibi manşetler atmışlar. İstanbul Valisi Muammer Güler kararlı, “Polis, kanunsuz bir toplantıyı gerekirse zor kullanarak dağıtacak,” diyor. Gerekçesi, Taksim Alanı’nın büyük katılımlı kutlamalar konusunda güvenlik riski taşıyor’ olması. İnsan sormadan edemiyor, yılbaşı kutlamalarında çoğunluğu alkollü yüz binlerce insan risk nedeni kabul edilmezken emekçiler söz konusu olduğunda niçin korkuluyor, diye.

Alan, 5 bin kişilik takviyeyle 12 bin polis tarafından korunacakmış. Bir meydan savaşına hazırlanılıyor sanki.

Sendikalar da kararlı; “Barışçı eylem yapacağız, uluslararası sözleşmelerden doğan hakkımızı kullanıyoruz,” diyorlar. Sendika liderleri bugün (salı) son bir girişimde bulunup Başbakan’la görüşecekler. Dilerim Başbakan’ın basireti bağlanmaz, aklıselim inada galebe çalar da pusuda bekleyen provokatörlerin kan hevesleri kursaklarında kalır.

Türkiye’de sağ iktidarların 1 Mayıs’ı öcüleştirmeleri yıllardır süregelen bir gelenektir. Bu da doğaldır, çünkü onları korkutan en büyük güç başta işçiler olmak üzere çalışan kitlelerin bilinçlenmeleridir. Emekçilerin kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkarak kendileri için bir sınıf olduklarının bilincine varmaları dünyanın tüm ülkelerinde kapitalist düzen için bir tehlike işaretidir. 1977 yılı 1 Mayıs’ının kan gölüne çevrilmesine, 34 kişinin ölüp 126 kişinin yaralanmasına yol açan olaylar da bu işaretin egemen güçlerde yarattığı korku değil miydi?

Egemen güçler çok iyi bilirler ki, kendileri için sınıf olmalarının bilincine varan emekçiler sadakaya kanmazlar, bir torba kömüre, bir teneke yağa, iki paket makarnaya oylarını satmazlar. Emekçiler bilinçlendiği zaman oturdukları mahalleler, sağ partilerin oy depolarına dönüşmez.

1 Mayıs gibi özel dayanışma günleri emekçilerin kendi güçlerinin farkına varmalarına, bilinçlenmelerine katkı sağlar. Buna karşılık kapitalist düzenin bekçileri emekçilerin bilinçlenmelerini önlemek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Yoksa Taksim Alanı’nın yarın 12 bin polisle korunacak olmasının başka hangi nedeni olabilir ki?

2008-34 SOSYALİZM VE YURTSEVERLİK - 27.04.2008

Bir süredir ‘ulusallık’, ‘yurtseverlik’ tu kaka bu topraklarda. Sağcıları anlayabiliyorum, sağa dönmüş eski solcuları da… Fakat bir de sosyalist kalıp ama aynı zamanda bu kavramlara karşı çıkan dostlar var. Biz de bir zamanlar yaşanan çağın gerçekleriyle artık örtüşmüyor da olsalar Marksist kurama, kuramcıların ve bilimsel sosyalizmin önderlerinin yazıp söylediklerine hiç sorgulamaksızın dört elle sarılırdık. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, sözleri tartışılamaz sosyalizm büyükleriydi. Onların söylediklerine yöneltilen her eleştiriyi ‘revizyonizm’, ‘oportünizm’, ‘sağ sapma’ olarak görür, eleştireni kıyasıya suçlar, yerden yere vururduk.

Sorulacak olursa, sosyalist düşüncenin toplumda kök salamayışının nedenlerinden biri de sosyalistlerin, yaşadığımız çağın gerçeklerine uygulanabilir bir sosyalizm üzerinde düşünce birliğine, -asgari müşterek düzeyinde de olsa-, varamamalarıdır, derim.

***

Örnek olarak‘yurtseverlik’ kavramını ele alalım. Karl Marks ve Friedrich Engels birlikte kaleme alıp 1848 yılında yayımladıkları Komünist Manifesto’da, ‘işçi sınıfının vatanı yoktur’ demişlerdir. Bu söylem, Manifesto’nun sonundaki, ‘Bütün dünyanın işçileri birleşiniz! Ayağınızdaki zincirden başka kaybedeceğiniz bir şeyiniz yoktur!’ çağrısının da gerekçesidir. Bu söylem/çağrı 19. yüzyıl koşullarında yanlış mıdır? Hayır, çünkü o dönemde ‘vatan’ ya da ‘yurt’ kavramı 20. yüzyıldaki anlamını henüz kazanmamıştır. Ulus devletlerin oluşma sürecini yaşadıkları o çağda ‘yurt’, basit bir toprak parçasından başka bir şey değildir. Karl Marks ve Friedrich Engels’in ülkeleri Almanya’nın birliği de Manifesto’nun yayımlanmasından 23 yıl sonra, 1871’de gerçekleşmiştir.




1848 yılındaki Avrupa bugünkünden çok farklıdır, örneğin, bugün her biri birer bağımsız ulus devlet olan Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Avusturya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı toprak parçalarıdır. Polonya 11 Kasım 1918’de bağımsızlığına kavuşmuş, Norveç, İsveç’ten 17 mayıs 1905’te, Finlandiya Rusya’dan 6 aralık 1917’de ayrılmıştır.

Bu örnekler çoğaltılabilir. 1848 koşullarında Marks ve Engels’in söylemleri doğrudur.

Onların yaşadıkları çağda Lenin’in tanımlamasıyla, kapitalizm, ‘en yüksek aşaması olan emperyalizme’ henüz erişmemiştir. ‘Yurtseverlik’ kavramı, daha sonra, emperyalizmin ulus devletler için tehdit oluşturmasıyla birlikte ve yurttaşların ülkelerini korunmak/savunmak refleksi kazanmalarıyla ortaya çıkacaktır. Böyle ele alındığında ‘yurtseverlik’ (patriyotizm) kavramının sosyalistler tarafından benimsenip içselleştirildiği ilk ülkenin yine Avrupa’nın ilk ulus devletlerinden biri olan Fransa olması bir rastlantı değildir. Şu sözler Fransız sosyalizminin önderlerinden Jean Jaurès’ye aittir: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Jaurès’nin bu sözleri zamanın ‘ortodoks’ Marksistleri tarafından çok eleştirilmiş, fakat tarih onu haklı çıkarmıştır. Kimi sosyalistlerimiz bugün de milliyetçiliğe karşı çıkma adına özünde milliyetçilikle hiçbir ilintisi bulunmayan yurtseverliği eleştirmektedirler.

Oysa II. Dünya Savaşı’nda Fransa’da, İtalya’da, Sırbistan ve Yunanistan’da işgalci Nazi ordularına karşı en kahramanca direnişi o ülkelerin komünist ve sosyalistleri göstermişlerdir. Saldırgan Nazi ordularını o zamanki Stalingrad’da durduran güç, Kızıl Ordu’nun ve Sovyetler Birliği’nin 25 milyon ölü veren emekçi halkının kararlı yurtseverliğidir.

Jean Jaurés


Çin halkının Japon emperyalizmine, Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı kazandığı zaferler de 20. yüzyılın somut yurtseverlik örnekleridir.

Milliyetçilik asla değil, fakat yurtseverlik, bugün küresel emperyalizme karşı mücadelenin olmazsa olmaz ruhudur. Eğer sosyalizm bir yanıyla, üzerinde yaşanan toprağı emekçilere yaşanmaya değer bir yurt kılmaksa bunun yolu bağımsızlıktan geçer. Halkların bağımsızlık talepleri ise yurtseverlik ruhuyla bilenip güç kazanır.

2008-33 AVRUPA BİRLİĞİ, BAĞIMSIZLIK VE SOSYALİZM - 23.04.2008


Öyle bir aydın kesimi türedi ki ‘bağımsızlık’ üzerine yazdıklarını okuyunca, söylediklerini dinleyince şaşkınlığa düşüyorum. Avrupa Birliği söz konusu olduğunda Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel bağımsızlığını savunanlara karşı hemen diş gıcırdatmaya başlıyorlar. Davranışları bana Kurtuluş Savaşı sırasındaki mandacıları anımsatıyor.

Doğal ki, bağımsızlıktan yana çoğu insanımız gibi ben de Türkiye’nin gelecekteki yerini Avrupa Birliği içinde görüyorum. Bağımsızlığı ve AB üyeliğini birbiriyle çatışan konular olarak değerlendirmiyorum. Bugün Almanya ile Fransa’nın, İspanya ile İtalya’nın, Hollanda ile Finlandiya’nın Avrupa Birliği’nin üyeleri olarak bağımsızlıklarını, ‘ulus-devlet’ niteliklerini yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Eğer bir ‘bağımlılık’ söz konusu ise bu, ‘karşılıklı, eşit’ bir ilişkidir ve bu ilişkide ezen-ezilen, boyun eğdirten-boyun eğen bir taraf yoktur.




Ne var ki Türkiye için durum farklıdır; Türkiye, henüz ‘aday ülke’ durumunda olduğu gibi AB ile 5 mart 1995 günü zamanın başbakanı Tansu Çiller tarafından imzalanan ve havai fişeklerle kutlanan Gümrük Birliği Anlaşması ile ekonomik bağımsızlığını bir altın tepsi içinde Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine ‘karşılıksız olarak’ sunmuştur.

Başka hiçbir aday ülke için söz konusu olmamış ve olmayan Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye’ye olası AB üyeliği için bir önkoşul olarak dayatılmıştır. Kuşkusuz ki AB üyeleriyle Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi bu anlaşmadan sonra hızlı bir büyüme göstermiş, fakat üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerimizin önüne aşılması zor duvarlar örülmüştür.

Türkiye’nin AB üyeliği Gümrük Birliği Anlaşması’yla birlikte güvence altına alınmış olsa, bu belki kabul edilebilir bir durum olarak görülebilir, fakat böyle bir güvence, üyelik garantisi ortada yoktur. Dünya ekonomisinin yapısal bir krize doğru gittiği bu dönemde üçüncü ülkelerle olan ticaretinde AB’nin icazetine muhtaç olan Türkiye’nin eli kolu bağlanmakta, sürekli pazar yitirmektedir.


Okurlarıma bu konuda Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın, Prof. Dr. Erol Manisalı’nın kitaplarını okumalarını öneririm.

***

Kimi okurlarım, bir sosyalistin, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda olumlu düşünceler taşıyor olmasını yadırgayacaklardır. Hemen söyleyeyim, ben, salt ülkemizi ‘çağdaşlaştıracak’, insanlarımızı ‘uygarlaştıracak’ diye ‘AB’ye girelim’ diyenlerden değilim. AB üyeliğini eğer bir Almanya’nın, bir Fransa’nın ya da bir İtalya’nın konumunda olacaksak savunurum. Türkiye’nin bağımsızlığını ve demokratikleşmesini bu konuma gelmenin önkoşulları olarak görürüm.

Türkiye bugün bu önkoşullara sahip değildir. Yukarıda adlarını verdiğim ülkelerin tersine iktidarlar ‘özelleştirme’ adı altında, devlete gerekli durumlarda ekonomik hayata müdahale gücü veren kamu kuruluşlarını yabancı yatırımlara peşkeş çekerek elden çıkarmışlar, bankacılıktan sanayiye, enerjiden iletişime, ticaretten turizme kadar ekonomimizi emperyalist güçlerin ellerine teslim etmişlerdir.

Ekonomisi bağımsız olmayan bir ülkenin siyaseti de, kültürü de bağımsız olamaz. Türkiye bugün her yanıyla emperyalizme bağımlı bir ülkedir.



Öte yandan bağımlı bir ülke ancak emperyalist güçlerin icazetleri ölçüsünde demokratikleşme olanaklarına sahiptir. Hangi alanda demokratikleşecek, hangi alanda özgürlükler kısıtlanacak bunu belirleyen yabancı komiserlerdir. Ülkemize son yıllarda gelip giden onca yabancı komiserin ağzından bir kez olsun iğdiş edilen sendikacılığımıza ilişkin tek sözcük çıkmamış olmasının nedeni budur.

Avrupa Birliği’nin, çeşitli ülkelerin sermaye gruplarını buluşturan, Avrupa kapitalizmine siyasal/hukuksal ortak çatı oluşturan bir yanı vardır, fakat aynı zamanda da emek’in bütünleşmesine, halkların birliğine de siyasal/hukuksal olanaklar sağlamaktadır. Dolayısıyla sosyalistler açısından baştan ve mutlaka reddedilmesi gereken bir proje olarak görülmemelidir.

Tartışalım, derim.