4 Temmuz 2008 Cuma

2008-55 VERİLMİŞ SADAKAMIZ VARMIŞ

Sizleri bilmem ama, sevgili okurlarım, ben çok rahatladım. Az buz değil, ulusça büyük bir felaketin eşiğinden dönmüşüz. Eğer her şey yolunda gitmeyip de güvenlik güçleri gerekli önlemleri almamış olsalardı, bugün, bu yaşanası dünyada soluk alıp verebildiğim son günüm olacaktı belki. Gerçekten de büyük bir badire atlatmışız.

Sağ olsunlar Sabah, Star ve Yeni Şafak yalnızca ağız değil, nokta-virgül birliği de yaparak müjdeyi aynı yerden, manşetten duyurdular: ‘Adım Adım Kaos Planı’, ‘Kaosa Dört Gün Kalmıştı’, ‘Ergenekon’un Dehşet Planı’.

Eski Jandarma Genel Komutanı Em Orgeneral Şener Eruygur’un liderliğindeki ‘Milli Egemenlik Hareketi’ne mensup çeteciler harekâta başlayacaklardı. 3 temmuz 2008 tarihli Star Gazetesi’nden aynen aktarıyorum. “1. AŞAMA: Ülkede ses getirecek bir eylem yapılacak. Ancak bu eylem 6 Temmuz tarihine kadar yapılacak. 2. AŞAMA: Bu eylem bahane edilerek 7 Temmuz’dan itibaren 40 büyük ilde izinsiz mitinler yapılacak. 3. AŞAMA: Şener Eruygur’un katılacağı Gaziantep’teki miting sonrası yaşanacak olaylar ülke gündemini belirleyecek. ‘Ordu göreve’ çağrısı yapılacak. 4. AŞAMA: Darbenin ardından yeni hükümet kurulacak (-tı).

Her şey mükemmel planlanmıştı. “Ergenekon kapsamında Ankara’da askeri lojmanda gözaltına alınan eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur'un Fenerbahçe Orduevi’nde basılan gizli ofisinden, Türkiye'yi sarsacak belgeler çıktı. Polisin ele geçirdiği belgelere göre, Eruygur'un Jandarma Genel Komutanı olduğu dönemde birlikte çalıştığı istihbarat subayları ve 'İkinci Yeşil' olarak adlandırılan suç makinesi Osman Gürbüz, bir hafta içinde, ses getirecek provokatif eylemler yapacaklardı. Bu hafta içinde 3 - 4 yargı mensubuna düzenlenecek suikastların ardından 6 Temmuz Pazar günü de 40 ilde 'Yargıya sahip çık' mitingleri düzenlenerek çıkarılacak kaos sonucu Ordu'nun darbe yapması sağlanacaktı.” (Star)

30 tetikçiden oluşan vurucu/öldürücü “timin başında onlarca suç kaydı bulunan, kardeşini bile gözünü kırpmadan öldüren, 'ikinci Yeşil' olarak da adlandırılan 'Küçük Hacı' lakaplı Osman Gürbüz bulunacaktı.”

Ne korkunç değil mi?

“Protesto gösterilerinin startını, Gaziantep'ten, eski 1. Ordu Komutanı, emekli Orgeneral Hurşit Tolon’la, Kanaltürk’ün eski sahibi Tuncay Özkan birlikte vereceklerdi.” (Star)

Cumhurbaşkanlığa AKP’li eski Bakanı Abdüllatif Şener, Başbakanlığa da Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün getirilecekti. (Star)

Star Gazetesi’nin acar habercileri Em. Orgeneral Eruygur’un kaleminden çıkma bir ‘darbe kılavuzunu’ ele geçirmişlerdi. Üslubundan, darbeciliğe yeni başlayanlar için hazırlandığını tahmin ettiğim bu kılavuza göre yandaşlar aracılığıyla “buhran ve bunalım yayınları pompalanacak”, yönetmen Halis Yavuz (Işıklar) da “örgütün politikasına uygun film, dizi ve klipler yapacaktı.”

Bu nokta da herhalde sizler de benim gibi Mustafa Balbay arkadaşımızın bu harekâtta üstleneceği rolü merak ediyorsunuzdur; o zaman Sabah Gazetesi’ne bir göz atıp merakımızı giderelim. “Orduevi'nde ele geçirilen planlara göre; Tercüman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi ile Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay'ın liderliğindeki medya oluşumu, yapacakları yayınlarla toplum üzerinde buhran ortamı yaratacak (-lardı).”

Dedim ya, verilmiş sadakamız varmış, ama yine de merak etmeden duramıyorum, bu derin kuyudan o taşı kaç akıllı çıkarabilecek diye.

3 Temmuz 2008 Perşembe

2008-54 ERGENEKON

Devlet içinde çeteler, çeteleşmeler olduğu çok uzun yıllardan beri en yetkili ağızlar tarafından söylendi, söyleniyor. Susurluk da bir çeteleşme olayının adıydı, ve lüks bir otomobille bir kamyonun çarpışması sonucunda ortaya çıktı. Ne var ki kamuoyunu tatmin edecek ölçüde aydınlatılmadı, unutturuldu.

‘Ergenekon’ adı verilen soruşturmanın da hedefinin devletin içinde yuvalanmış bir çeteleşmeyi açığa çıkarmak, çete üyelerini yargı önüne çıkarmak olduğu söyleniyor. Buna demokrasi, özgürlük ve insan haklarından yana hiç kimsenin karşı çıkması olası değil, nitekim çıkılmıyor da. Karşı çıkılan, yargının darbeci bir çeteyi ortaya çıkarmaya yönelik girişimi değil, fakat darbeci/çeteci olmak suçlamasıyla gözaltına alınanların, tutuklananların aralarındaki siyasal/ideolojik kimlik bağdaşmazlıkları kafalarda kuşku yaratıyor. Tutuklananlar arasında öyle kişiler var ki, değil birlikte darbe yapmak, birbirlerine sokakta rastladıklarında selamlaşmaları bile olanaksızdır.

Adamlar, ülkede karışıklık çıksın, bir darbe ortamı oluşsun diye Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba attıracaklar, aynı zamanda da Cumhuriyet Gazetesi’nin imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile Ankara temsilcisi Mustafa Balbay o adamlarla aynı darbeci/çeteci yapılanmanın içinde yer alacaklar!

Ya da 35 kişilik Türk-Ortodoks cemaati sözcüsü Sevgi Erenerol ile eski Jandarma Genel Komutanı Em. Orgeneral Şener Eruygur bir terör örgütlenmesinde bir araya gelecekler!

Bu türden biraradalıkları ‘talihin cilvesi’ diye görmek bile mantığın kabul edebileceği bir durum değildir. Savcılar da bu konuda zorlanıyor olmalılar ki, bir yılı aşkın zamandır iddianameyi tamamlayamıyorlar. Çok sayıda insan, darbeci/çeteci suçlamasıyla iddianamesi olmayan suçlar aylardır demir parmaklıklar ardında tutuluyor, bu durum hukuka olan inancını yitirmemiş demokrat kamuoyunun vicdanını rahatsız ediyor.

Ne yazık ki, uzunca bir süredir yazılı ve görsel medyada bir grup yazar ve yorumcu gözle görülür bir kimlik bunalımı yaşıyor; asal işlevlerini bir yana bırakıp iktidar tetikçiliğine soyunuyorlar. Saklandıkları ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ kavramlarının arkasından yalan üretip muhbirlik, kışkırtıcılık yapıyorlar.

Oysa demokrat olmanın da, özgür olmanın da önkoşulu kişinin bağımsızlığıdır. Kendini bir çıkar grubuna teslim etmiş, önüne sürülen nimetleri bağımsızlığına yeğlemiş bir ‘gazeteci’ ne demokrat ne de özgür olabilir. Kendileri de bunu biliyorlar, kimi zaman hezeyana varan bunalımlarının temel nedeni budur. En çok da Cumhuriyet gazetesine saldırıyorlar. Çünkü Cumhuriyet, onlar gibi olmayanların en sağlam kalesidir, bu kaleyi yıkmak istiyorlar. Bu kaleyi ‘bizdenleştirememek’ onları çıldırtıyor. Ne var ki yalan kusmaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden, kusuyorlar.

Sayıları fazla değil, 15’i, 20’yi geçmiyor. Televizyon ekranlarında sürekli boy gösterenler de onlar ve hep aynı şeyleri söylüyorlar, ‘sahibinin sesi’ rolünü doğrusu hakkını vererek oynuyorlar. Ortak özellikleri, soldan çark etmiş olmalarının yanı sıra kurtuluş ve kuruluş tarihimizi, Cumhuriyet devrimlerini yadsımaları, eleştirmeleri. İçlerinde öyleleri var ki bir zamanlar insana, ‘bu kadarı da olmaz’ dedirten koyulukta Kemalist söylemlerin altına imzalarını atmışlar. Şimdi, bir uçtan tam ters uca savrulmuş insanların o dayanılmaz bunalımlarını yaşıyorlar.
Her biri ayrı bir trajedi, elimizden ‘Tanrı yardımcıları olsun’ demekten başka bir şey gelmiyor.
Cumhuriyet yazarlarına ‘darbeci’ iftirası atmak yalancılığın ötesinde dangalaklıktır da. Gazetemizin çok sayıda yazarı 12 Mart ve 12 Eylül’ün gözaltı, tutuklanma, işkence, mahkûmiyet, sürgün gibi her türden acısını yaşamıştır, darbenin sonunun nereye varacağını da en iyi onlar bilir. Dolayısıyla Cumhuriyet yazarlarını satır aralarında darbe özlemcisi olarak göstermek dangalaklığın daniskasıdır.

‘Âlemi kendi gibi bilmek’ özdeyişi boş yere yerleşmemiş ki dilimize.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

2008-53 YÜZÜNÜZ KIZARIYOR, YÜREĞİNİZ DARALIYOR MU? - 02.07.2008

Dilekçe:

Sivas Katliamı veya Sivas Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin kuşatılıp yakılması ve dolaysıyla şehirde bulunan 33 Alevi yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir. (…)

Ankara 1 No.lu DGM tarafından 28 Kasım 1997’de açıklanan kararla, 33 sanık Türk Ceza Yasası’nın 146/1. maddesine göre idama ve 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkum edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998’de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999’da usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000’de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gelmiş geçmiş en korkunç olaylarından birisi olan Madımak Oteli katliamının 15. yılında, bu ülkeyi seven bir yurttaş sıfatıyla, çok üzülüyorum ve içim yanıyor.

Olay, yargıya intikal etmiş ve karar verilmiştir. Ancak, bu utanç verici olayın organizatörleri ve göz yuman devlet yetkilileri maalesef hesap vermemişlerdir. Toplumun vicdanında mahkûm edilmişlerdir. Ama, katliamın meydana geldiği Madımak Oteli; öldürülenlerin ve olayın anısını yaşatan bir müze, kütüphane, kültür merkezi ve benzeri bir sosyal amaçla kullanılması gerekirken hâlâ kebapçı dükkânı olarak işletilmektedir.
Bu utanç verici durum karşısında her gün yeniden yakılıyor, yeniden öldürülüyoruz.
Bu durum karşısında boynum bükülüyor, yüzüm kızarıyor, yüreğim kanıyor ve ülkemin geleceğine ilişkin tüm umutlarımı yitiriyorum.

Siz, sayın yetkililer; tüm bu olup bitenler ve ‘kebapçı dükkânı’ karşısında ne hissediyorsunuz?
Yüzünüz kızarıyor, yüreğiniz daralıyor mu?
Madımak Oteli daha ne kadar süreyle kebapçı dükkânı olarak işletilecek?
T.C. Devletinin, katliama uğrayanların aileleri ve yakınlarına karşı olan özür borcu, nasıl ve ne zaman yerine getirilecek.

Dilekçeme cevap bekliyorum.

30 Haziran 2008 tarihini taşıyan bu dilekçeyi İzmir Barosu avukatlarından Noyan Özkan kaleme alarak Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’e, TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan’a, Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan’a, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’a, Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’a ve Sivas Belediye Başkanı Sayın Sami Aydın’a göndermiş.

Şimdi bu sayın zevattan bir yanıt bekliyor.
Onunla birlikte biz de bekliyoruz, çünkü alacağı yanıtı bu köşede yayımlayacağız.
Umarız bir yanıt verirler.

Umuyoruz, çünkü yurdumuzun bu güzel kentini eskiden olduğu gibi Sivas Kongresi, Âşık Veysel, Pir Sultan Abdal, yakın bir gelecekte Süper Lig şampiyonu olacağına inandığımız Sivasspor, benzersiz Kangal köpekleri ile İlhanlılardan, Mengücek Oğullarından, Selçuklulardan, Osmanlılardan kalan kültür mirası camileri, türbeleri, kervansarayları, hanları, köprüleri ve yiğit insanlarıyla anmak istiyoruz.

İnternetteki arama motoru google’dan ‘Sivas+katliam’ sözcükleri birlikte çağrıldığında yaklaşık 411.000 bilgiye ulaşılıyor.
Eğer niyet ederse, devlet için bir otel binasını satın alıp bir kültür merkezine dönüştürerek toplumu bir utançtan kurtarmak mesele değildir; mesele olmamalıdır.

Katliamla anılmaya Sivas da, Sivaslı da layık değildir.

28 Haziran 2008 Cumartesi

2008-52 2 TEMMUZ UTANÇ GÜNÜ - 29.06.2008

Üç gün sonra takvimler 2 temmuz 2008’i gösterecek.

15 yıl önce o gün Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 33 aydın insanımız, gözü dönmüş bir cani güruhu tarafından Müslümanlık adına ateşe verildi. Ülkemizin yüz akı ozanlarımız, yazarlarımız güvenlik güçlerinin, hükümetin gözleri önünde cayır cayır yakıldılar.

2 Temmuz,yakın tarihimizde bir utanç günüdür.
Bu utancı;
ulus olarak, alnımıza kocaman bir kara leke çalan bu kıyımla yüzleşmediğimiz, yüzleşmekten korktuğumuz için;
bu kıyımın Alevi yurttaşlarımıza karşı önceden planlanarak, ayrıntıları düşünülerek düzenlenmiş bir toplu cinayet olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlandığımız, kendimizi aldatarak üzerimizdeki yükten kurtulmanın yollarını aradığımız için;
bu toplu cinayeti yalnızca polisiye bir olay gibi göstermek isteyen güçlere karşı sesimizi yeterince yükseltmediğimiz, yükseltemediğimiz için;
sanıkların birçoğunun hâlâ yakalanıp yargı önüne çıkarılmadığını bilmemize rağmen suskun kaldığımız, kalabildiğimiz için;
33 canımızın diri diri yakıldığı otelde acımızla alay edercesine açılan ‘kebap’ lokantasının varlığına tahammül etiğimiz, edebildiğimiz için;
Sivas’ta, yakılan insanlarımızın anısını canlı tutacak görkemli bir anıtın yapımı için bir sivil girişim oluşturacak gücü kendimizde görmediğimiz, göremediğimiz için;
duyuyoruz.

Bizler, duyduğumuz bu ve benzer utançlarla yaşamaya razı olduğumuz sürece geçmiş hükümetler gibi AKP hükümeti de, -hatta geçmiştekilerden çok daha kararlı olarak-, Alevi yurttaşlarımızın inanç ve ibadet haklarıyla, özgürlükleriyle ilgili olarak parmağını dahi oynatmayacaktır.

Kamuoyunu ‘Alevi açılımı’ gibi içi boş sözlerle oyalayacak, ağızlara çalınan ‘bal’ çok geçmeden acıyacak, biberleşecektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yardımcısı Nazım Ekrem tarafından geçen hafta medyaya yansıyan görüşleri ibret vericidir: “Bütün Müslümanların ortak ibadet yeri camidir. İslam tarihinin hiçbir döneminde kendisini İslam içinde görüp de camiye alternatif başka bir ibadethane kuran mezhep ve tarikat olmamıştır. Buna ilişkin düzenleme uygun görülmemiştir.”

Söylenenleri doğru anlayacak olursak, ‘eğer Aleviler kendilerini Müslümanlık içinde görüyorlarsa, Sünniler gibi ibadetlerini camide yapacaklardır’, ama ille de ‘biz ibadetimizi cemevinde yapacağız diyorlarsa, Müslümanlık dışı bir inanca sahip olduklarını ortaya koymuş olacaklardır’. Bu durumda, yani sürüden ayrılma durumunda insanın başına neler gelebileceğini tarihimiz sayısız örnekle göstermektedir.

AKP’nin din ve ibadete ilişkin özgürlük anlayışı da, laiklik anlayışı da budur! Neresinde ve ne uzaklıkta olursan ol, eğer ‘Müslümanım’ diyorsan, Sünni egemenliğinin koyduğu, uyguladığı kurallara uyacaksın! Yoksa vay hâline!

İran’da da durum benzer değil midir? Şii şeriat devletinde dinsel azınlıklar, Katolikler, Protestanlar, Museviler ibadetlerini kiliselerde, sinagoglarda özgürce yerine getirirlerken, üzerlerinde her türlü baskı uygulananlar kendilerine ‘Müslümanım’ diyenlerdir.

‘İranlaşma’ denilen olgu da özünde bundan başka bir şey değildir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi milletvekillerinin andavallıklarının da, bizim sonradan görme liberallerimizin de göremedikleri, çoğu kez de görmek istemedikleri gerçek budur.

2 temmuz günü Sivas’ta yitirdiğimiz 33 canı anarken laikliğin Türkiye için önemini yüksek sesle vurgulayalım.

Omuzlarımıza yeni utançlar yüklememek için.

24 Haziran 2008 Salı

2008-51 CUMHURİYET YAZARI OLMANIN AYRICALIĞI - 25.06.2008

Cumhuriyet’te yayımlanan ilk yazım, ‘Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek!’ başlığını taşıyordu. Çocukluğumdan beri gün sektirmeden okuduğum, ailemizin vazgeçilmezi olan bir gazetede yazımı basılmış görmek hayatımın en büyük mutluluklarından biri oldu. Ne daha önce iki yıl kadar Milliyet’in Avrupa baskılarındaki köşe yazarlığım, ne de günlük Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan haftalık yazılarım beni Cumhuriyet yazarlığım kadar gönendirmedi. Gazetemizde bir yıl kadar sayfalar arasında dolanan yazılarım bir süre sonra ‘Görüş’ üst başlığıyla bulmaca sayfasına yerleşti, sonunda da ‘PANO’ adıyla düzenli köşe yazılarına dönüştü.


Bir gazete yazarının en temel gereksinimi hiç kuşkusuz ki düşüncelerini dilediğince açıklayabilme, yazıya dökebilme özgürlüğüdür. Sürekli elden ele geçen, belli ekonomik çıkar gruplarının medyadaki sesi olan gazetelerde çalışan meslektaşlarımın tersine, köşemde, kimi zaman okur tepkilerine de yol açan, çoğunluğun düşüncelerine aykırı düşen birçok yazımın yer almış olmasına rağmen bugüne kadar gazete yönetiminin hiçbir müdahalesiyle karşılaşmadım.

Hiçbir yazar dünyada olan biten her şeyin sırrına ermiş, her şeyi bilen, her soruna doğru çözüm önerileri sunan bir ‘allâme-i cihan’ değildir. Ne kadar özen gösterirse göstersin yanılgılar, yanlışlar her insan gibi bir yazar için de kaçınılmazdır. Fakat belirleyici olan, yazarın, düştüğü yanılgılarından, yaptığı yanlışlarından çok, onun bunlardan öğrenerek ‘doğru’yu bulma yolunda verdiği çabalardır. Cumhuriyet yazarı olmanın bir ayrıcalığı da, gazetesinin sağladığı özgürlük

ortamının yanı sıra okurları tarafından sürekli olarak araştırmaya, sorgulamaya, düşüncelerini gözden geçirmeye, yeniden üretmeye teşvik edilmesidir. Okuru, onun ‘doğru’yu bulmada en önemli destekçisidir.


12 yıl içinde okurlarımdan, -tümünü sakladığım-, büyük bölümü olumlu tepkilerden oluşan 1.957 mektup, e-posta iletisi, kısa mesaj aldım. Okurlarımın olumlu ya da olumsuz tepkileri yeni bilgiler edinmemde, düşüncelerimi pekiştirmem veya revize etmemde bana katkı sağladığı gibi yanlışlarımı düzeltmemde yardımcı oldu. Okurlarıma büyük teşekkür borçluyum.


Son aldığım okur mektubu 22 haziran 2008 tarihli; Sayın Ersan Uysal aynı tarihli ‘Yurtseverlik Üzerine’ başlıklı yazıma ilişkin olarak Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedrettin Destanı’na ek olarak yazdığı ‘Milli Gurur’ (1936) adlı kitapçıktaki sözlerini aktarmış.


“-Evet, biraz da MİLLÎ BİR GURUR duyuyorum. Tarihinde Bedrettin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan MİLLÎ BİR GURUR duyar. Evet, Bedrettin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. MİLLÎ GURUR! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelmesi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. HANGİMİZ LENİN KADAR BEYNELMİLEL OLDUĞUMUZU İDDİA EDEBİLİRİZ? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proleteryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük rehberi, 1914 senesinde ‘Sosyal Demokrat’ın 35’nci numarasında ne yazmıştı? (...) ‘…Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kitlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. (...) ‘...Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz (ağzına kadar dolu). Çünkü Rus milleti de beşeriyete yalnız büyük katliamların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomesçiklere, kapitalistlere zilletle (alçakça) boyun eğişlerin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.’ “

Bir de düzeltisi var değerli okurumun; söz konusu yazımda iki ayrı kaynağa dayanarak Bernard Shaw’a mal ettiğim “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır!” sözü İngiliz düşünür ve oyun yazarı Samuel Johnson’a (1709-1784) aitmiş. Sayın Uysal, buna ilişkin olarak kendisinin dublaj yönetmenliğini yaptığı ‘Zafer Yolları’ adlı filmden orijinal diyalogları da göndermiş:

“Gen. Mireau: Now, who was this man?
Col. Dax: Samuel Johnson, sir.
Gen. Mireau: All right, now what did have to say about patriotism?
Gen. Dax: He said it was the last refuge of a scoundrel, sir. I am sorry, I meant nothing personal.”

Cumhuriyet yazarı olmanın ayrıcalığına bundan daha somut bir örnek olabilir mi?

21 Haziran 2008 Cumartesi

2008-50 YURTSEVERLİK ÜZERİNE - 22.06.2008



Murat Belge, Türkiye’de Marksizm’i de, sosyalizmi de, sosyalizm tarihini de derinliğine bilen az sayıda insandan biridir; 14 Haziran 2008 tarihli Taraf’ta yayımlanan ‘Sosyalizm: Milli? Ulusal? Nasyonal?’ başlıklı, milliyetçiliği eleştirdiği yazısında şöyle bir cümle kullanmış:“Jaurés’den laf eğip bükerek enternasyonalizmin yolunun milliyetçilikten geçtiğini anlatan ‘ağabey’ler, ‘deneyimli devrimciler’ çıktı.”
Jean Jaurés (1859-1914) yaşamını sosyalizme vakfetmiş, enternasyonalizmi savunduğu kadar yurtseverliği/yurtçuluğu da (patriotisme) savunmuş bir aydındır. Yaşamının, özellikle son dönemi milliyetçiliğe karşı savaşımla geçmiş, 31 Temmuz 1914 günü, milliyetçilerin tahrikine kapılan Raove Villain adında bir serseri tarafından öldürülmüştür. Şu sözler Jaurés’ye aittir: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Bu sözler ‘eğilip bükülemeyecek’ kadar açık değil midir? Velev ki birileri milliyetçilik adına Jaurés’nin sözlerini eğip bükmüş olsunlar, bunun sosyalistler açısından bir değeri olabilir mi?

Ne var ki son zamanlarda yurtseverliğe vurmak moda olmuştur, Söylenen sözler çarpıtılmakta, zaman-mekân kavramı göz ardı edilmektedir. Aynen Karl Marx’ın “Proleteryanın vatanı yoktur”, Fabiancı İrlandalı sosyalist Bernard Shaw’un “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır” sözlerine yerli yersiz başvurulduğu gibi.

Karl Marx o sözü 1848 yılında yayımlanan Komünist Manifesto’da kullanmıştır, ‘vatan’ kavramının bugün içerdiği anlamla 160 yıl önceki anlamının ‘aynı’ olduğu düşünülebilir mi?

Bernard Shaw ise 1914 yılında, milliyetçi rüzgârların fırtınaya dönüştüğü I. Dünya Savaşı koşullarında İngiltere ve Almanya’yı barış masasına oturtmak amacıyla yazdığı uzun bir makalesinde savaş şahinlerinin ‘kör’ yurtseverliğini eleştirmiştir. Kendisinin yurtseverlik tanımı şöyledir: Yurtseverlik, kişinin salt orada doğduğu için ülkesinin başka ülkelerden daha üstün olduğuna dair inancıdır. Günümüze kadar hem Nobel, hem de Oscar ödülünü almayı başaran tek edebiyatçı olma özelliğini koruyan Shaw, konusu 1885 yılında, Bulgaristan’ın küçük bir kasabasında geçen ‚Arms and the Man’ oyununda olduğu gibi çeşitli yapıtlarında ‘kendi anladığı anlamdaki’ yurtseverliği eleştirmiştir.

Jean Jaurés’nin yukarıda alıntıladığımız sözleri bugün bize ‘abartılı’ da gelebilir, fakat bu sözlerin yine I. Dünya Savaşı öncesi koşullarında Fransa’ya Alman saldırısının beklendiği günlerde söylendiği unutulmamalıdır.

1914 yılında Alman parlamentosunda (Reichstag) iktidardaki Merkez Partisi tarafından talep edilen savaş ödeneklerine ilişkin karara Almanya Sosyaldemokrat Partisi (SPD) milletvekillerinin çoğunluğunun milliyetçi kaygılarla ‘evet’ oyu verdiklerini, böylece I. Dünya Savaşı’nın patlamasında katkısının olduğunu da anımsayalım. Tabii bu karara katılmayan kimi SPD milletvekillerinin partilerinden ayrılarak Almanya Komünist Partisi’nin kurulmasına öncülük ettiklerini de.

Eğer kendi tezlerimizi güçlendirmek için önemli gördüğümüz kişiliklerin sözlerini kullanacaksak önce bu sözlerin ne zaman ve ne tür koşullarda söylendiklerine dikkat etmemiz gerekir. Koşullar değiştiğinde, o koşullara ilişkin söylenmiş sözlerin çoğu zaman içleri boşalır, zamanında ve belli koşullarda doğru olan sözler değişimlere bağlı olarak yanlışa dönüşürler. Yanlışa dönüşmüş sözleri kullanarak, o sözlere sarılarak sürdürülen güncel tartışmaların kafa karıştırmaktan başka hiçbir öğretici, aydınlatıcı yanı yoktur.

21. yüzyıldan sekiz yıl almışız, hâlâ ‘yurtseverlik’ nedir, ‘milliyetçilik’ nedir, ‘laiklik’ nedir, ‘Kemalizm’ nedir, bunları tartışıyoruz.

Enerjimizi, birbirimize laf anlatmakla tüketiyoruz. Bizler lafa boğulurken bu arada atı alan birileri de Üsküdar’ı geçiyor.

16 Haziran 2008 Pazartesi

2008-49 'MÜHİM ŞAHSİYET' OLMAK - 18.06.2008

14 haziran 2008 tarihli Hürriyet’te o fotoğrafı görmeseydim Zonguldak’ın, Devrek ilçesine bağlı Çaydeğirmeni adlı bir beldesi olduğunu bilemeyecektim. Şimdi biliyorum. 2004 yerel seçimlerinden bu yana AKP tarafından yönetilen, yaklaşık 3.800 nüfuslu bir yer. Yerel seçimlerdeki oy dağılımı bana oldukça ilginç geldi. Kullanılan toplam 2.392 oyun 1.317’si AKP’ye, 1.004’ü de Doğru Yol Partisi’ne giderken CHP yalnızca 34 oy alabilmiş. Sol’a kapalı bu beldenin başkanı Satılmış Gebeş 43 yaşında, yüksekokul mezunu bir yerel politikacı; internet sitesinden aldığım bilgilere göre çalışkan biri olmalı. Beldedeki son etkinliklerinden biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın adının verildiği parkın açılışı; yazımıza konu olan da bu etkinlikte çekilmiş o fotoğraf.

Göre göre, tanık ola ola artık iyice biliyoruz ki ülkemizde ‘yüksek’ bir makama seçilen ya da atanan herkes o andan itibaren ‘mühim şahsiyet’ konumuna geçiyor, dolayısıyla ‘mühim şahsiyetler kategorisinden’ protokol adı verilen özel bir muamele görüyor.
Türkiye koşullarının yerel ve genelinde protokol düzenleyicilerinin dikkat ettikleri en önemli husus mühim şahsiyetlere oturma düzenlerinde ‘normal’ insanlardan farklı bir muamele uygulanması; bu muamele bize mühim şahsiyetlerin altlarına sürülen koltuklarla yansıyor. Açılışlarda, temel atma törenlerinde, konserlerde sabit sıralarda, sandalyelerde oturan ‘normal’ insanların ön-ortasına yerleştirilmiş rahat koltuklarda oturanları görünce “İşte bunlar mühim şahsiyetler!” diyoruz. Kimi protokol düzenleyicileri bununla da yetinmeyerek koltukların önüne, üzerinde içme suyu, su bardağı, küçük bir vazo içinde taze çiçek bulunan sehpalar koyuyorlar. Bu da o önemli şahsiyetin önemini biraz daha arttırıyor.

Doğrusu, eskiden ‘önemli’ diye insanların kendilerine ‘sakat kalçalı’ muamelesi yapılmasına itiraz etmemelerine şaşar, aynı etkinliği paylaştığı insanlardan altlarına sürülen özel koltuklar aracılığıyla ‘iyot gibi’ soyutlanmalarına nasıl razı olduklarını anlayamazdım.

Artık şaşmıyorum, bu mühim şahsiyetlerin davranışlarını anlamaya çalışıyorum. Öyle ya, kim bilir bulundukları makamlara gelene kadar hangi zor yollardan geçmişler, nelere katlanmışlar, neler yaşamışlar? Çocukluk yıllarında yaşanan düş kırıklıkları, üstesinden kolay gelinememiş ergenlik sorunları, bastırılmış duygularla tükenmiş bir gençlik, geçim zorlukları, itilip kakılmalar, inanmadan boyun eğmeler, ve daha birçok talihsiz yaşanmışlık… Bilemeyiz ki?

Fakat insan öyle durumlara tanık oluyor ki, şaşmak değil de üzülmeden edemiyor. Arka sıralarda Türkiye’nin yüz akı bir fizik profesörü, uluslararası bir bilim adamı, önden üçüncü sıranın sol ucuna ilişmiş dünyaca ünlü bir keman virtüözü, sağ uçta bir heykeltıraş, tümü de sahip oldukları önemi kendi emekleriyle elde etmiş çok değerli kişilikler… En önde, ortada, rahat koltuklarda oturan siyasi seçilmişlerle atanmış bürokratlar! İnsan ister istemez, “Bu ne biçim protokol?” diye sormadan edemiyor.

Gelelim o park açılışında Doğan Haber Ajansı’ndan Ersin Ercan’ın çektiği fotoğrafa… Ortada yine iki rahat, geniş dirseklikli iki koltuk; birinde Sayın Köksal Toptan, öbüründe de Zonguldak Valisi Sayın Erdal Ata oturuyor. “Yaz ortasında bir park açılışı nasıl bir mantıkla oturma düzeninde yapılır?” sorusu bir yana buraya kadar olan alışılageldik bir görüntü. Fakat Sayın Toptan’ın koltuğunun yanına çekilmiş bir sandalyede eşi Sayın Saime Toptan oturuyor.
Bayan Toptan, avukatlık, Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, Yargıtay Hukuk Dairesi Yargıçlığı görevlerinde bulunmuş saygın bir hukukçu. Engelliler ve kadın eğitimi konularında faaliyet gösteren çeşitli vakıfların, derneklerin kurucuları ya da üyeleri arasında yer alan, bilimsel toplantılarda bildiriler sunan, dergilerde makaleleri yayımlanan bir sivil toplum gönüllüsü. Bayan Toptan’ın bir de ‘Şiirde Yaşamak’ adlı yayımlanmış bir kitabı var.

Sayın TBMM Başkanı farklı bir refleksle kalkıp yerini eşine verse, kadının toplumumuzda ikincileştirilmesine karşı çıktığını gösteren bir davranış sergileyecek. Böylece yalnızca Çaydeğirmeni halkına değil Türkiye kamuoyuna da önemli bir mesaj vermiş olacak. Bunu yapmıyor. Belki de yapamıyor, bilemiyorum. Keşke yapabilseydi.