28 Haziran 2008 Cumartesi

2008-52 2 TEMMUZ UTANÇ GÜNÜ - 29.06.2008

Üç gün sonra takvimler 2 temmuz 2008’i gösterecek.

15 yıl önce o gün Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 33 aydın insanımız, gözü dönmüş bir cani güruhu tarafından Müslümanlık adına ateşe verildi. Ülkemizin yüz akı ozanlarımız, yazarlarımız güvenlik güçlerinin, hükümetin gözleri önünde cayır cayır yakıldılar.

2 Temmuz,yakın tarihimizde bir utanç günüdür.
Bu utancı;
ulus olarak, alnımıza kocaman bir kara leke çalan bu kıyımla yüzleşmediğimiz, yüzleşmekten korktuğumuz için;
bu kıyımın Alevi yurttaşlarımıza karşı önceden planlanarak, ayrıntıları düşünülerek düzenlenmiş bir toplu cinayet olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlandığımız, kendimizi aldatarak üzerimizdeki yükten kurtulmanın yollarını aradığımız için;
bu toplu cinayeti yalnızca polisiye bir olay gibi göstermek isteyen güçlere karşı sesimizi yeterince yükseltmediğimiz, yükseltemediğimiz için;
sanıkların birçoğunun hâlâ yakalanıp yargı önüne çıkarılmadığını bilmemize rağmen suskun kaldığımız, kalabildiğimiz için;
33 canımızın diri diri yakıldığı otelde acımızla alay edercesine açılan ‘kebap’ lokantasının varlığına tahammül etiğimiz, edebildiğimiz için;
Sivas’ta, yakılan insanlarımızın anısını canlı tutacak görkemli bir anıtın yapımı için bir sivil girişim oluşturacak gücü kendimizde görmediğimiz, göremediğimiz için;
duyuyoruz.

Bizler, duyduğumuz bu ve benzer utançlarla yaşamaya razı olduğumuz sürece geçmiş hükümetler gibi AKP hükümeti de, -hatta geçmiştekilerden çok daha kararlı olarak-, Alevi yurttaşlarımızın inanç ve ibadet haklarıyla, özgürlükleriyle ilgili olarak parmağını dahi oynatmayacaktır.

Kamuoyunu ‘Alevi açılımı’ gibi içi boş sözlerle oyalayacak, ağızlara çalınan ‘bal’ çok geçmeden acıyacak, biberleşecektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yardımcısı Nazım Ekrem tarafından geçen hafta medyaya yansıyan görüşleri ibret vericidir: “Bütün Müslümanların ortak ibadet yeri camidir. İslam tarihinin hiçbir döneminde kendisini İslam içinde görüp de camiye alternatif başka bir ibadethane kuran mezhep ve tarikat olmamıştır. Buna ilişkin düzenleme uygun görülmemiştir.”

Söylenenleri doğru anlayacak olursak, ‘eğer Aleviler kendilerini Müslümanlık içinde görüyorlarsa, Sünniler gibi ibadetlerini camide yapacaklardır’, ama ille de ‘biz ibadetimizi cemevinde yapacağız diyorlarsa, Müslümanlık dışı bir inanca sahip olduklarını ortaya koymuş olacaklardır’. Bu durumda, yani sürüden ayrılma durumunda insanın başına neler gelebileceğini tarihimiz sayısız örnekle göstermektedir.

AKP’nin din ve ibadete ilişkin özgürlük anlayışı da, laiklik anlayışı da budur! Neresinde ve ne uzaklıkta olursan ol, eğer ‘Müslümanım’ diyorsan, Sünni egemenliğinin koyduğu, uyguladığı kurallara uyacaksın! Yoksa vay hâline!

İran’da da durum benzer değil midir? Şii şeriat devletinde dinsel azınlıklar, Katolikler, Protestanlar, Museviler ibadetlerini kiliselerde, sinagoglarda özgürce yerine getirirlerken, üzerlerinde her türlü baskı uygulananlar kendilerine ‘Müslümanım’ diyenlerdir.

‘İranlaşma’ denilen olgu da özünde bundan başka bir şey değildir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi milletvekillerinin andavallıklarının da, bizim sonradan görme liberallerimizin de göremedikleri, çoğu kez de görmek istemedikleri gerçek budur.

2 temmuz günü Sivas’ta yitirdiğimiz 33 canı anarken laikliğin Türkiye için önemini yüksek sesle vurgulayalım.

Omuzlarımıza yeni utançlar yüklememek için.

24 Haziran 2008 Salı

2008-51 CUMHURİYET YAZARI OLMANIN AYRICALIĞI - 25.06.2008

Cumhuriyet’te yayımlanan ilk yazım, ‘Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek!’ başlığını taşıyordu. Çocukluğumdan beri gün sektirmeden okuduğum, ailemizin vazgeçilmezi olan bir gazetede yazımı basılmış görmek hayatımın en büyük mutluluklarından biri oldu. Ne daha önce iki yıl kadar Milliyet’in Avrupa baskılarındaki köşe yazarlığım, ne de günlük Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan haftalık yazılarım beni Cumhuriyet yazarlığım kadar gönendirmedi. Gazetemizde bir yıl kadar sayfalar arasında dolanan yazılarım bir süre sonra ‘Görüş’ üst başlığıyla bulmaca sayfasına yerleşti, sonunda da ‘PANO’ adıyla düzenli köşe yazılarına dönüştü.


Bir gazete yazarının en temel gereksinimi hiç kuşkusuz ki düşüncelerini dilediğince açıklayabilme, yazıya dökebilme özgürlüğüdür. Sürekli elden ele geçen, belli ekonomik çıkar gruplarının medyadaki sesi olan gazetelerde çalışan meslektaşlarımın tersine, köşemde, kimi zaman okur tepkilerine de yol açan, çoğunluğun düşüncelerine aykırı düşen birçok yazımın yer almış olmasına rağmen bugüne kadar gazete yönetiminin hiçbir müdahalesiyle karşılaşmadım.

Hiçbir yazar dünyada olan biten her şeyin sırrına ermiş, her şeyi bilen, her soruna doğru çözüm önerileri sunan bir ‘allâme-i cihan’ değildir. Ne kadar özen gösterirse göstersin yanılgılar, yanlışlar her insan gibi bir yazar için de kaçınılmazdır. Fakat belirleyici olan, yazarın, düştüğü yanılgılarından, yaptığı yanlışlarından çok, onun bunlardan öğrenerek ‘doğru’yu bulma yolunda verdiği çabalardır. Cumhuriyet yazarı olmanın bir ayrıcalığı da, gazetesinin sağladığı özgürlük

ortamının yanı sıra okurları tarafından sürekli olarak araştırmaya, sorgulamaya, düşüncelerini gözden geçirmeye, yeniden üretmeye teşvik edilmesidir. Okuru, onun ‘doğru’yu bulmada en önemli destekçisidir.


12 yıl içinde okurlarımdan, -tümünü sakladığım-, büyük bölümü olumlu tepkilerden oluşan 1.957 mektup, e-posta iletisi, kısa mesaj aldım. Okurlarımın olumlu ya da olumsuz tepkileri yeni bilgiler edinmemde, düşüncelerimi pekiştirmem veya revize etmemde bana katkı sağladığı gibi yanlışlarımı düzeltmemde yardımcı oldu. Okurlarıma büyük teşekkür borçluyum.


Son aldığım okur mektubu 22 haziran 2008 tarihli; Sayın Ersan Uysal aynı tarihli ‘Yurtseverlik Üzerine’ başlıklı yazıma ilişkin olarak Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedrettin Destanı’na ek olarak yazdığı ‘Milli Gurur’ (1936) adlı kitapçıktaki sözlerini aktarmış.


“-Evet, biraz da MİLLÎ BİR GURUR duyuyorum. Tarihinde Bedrettin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan MİLLÎ BİR GURUR duyar. Evet, Bedrettin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. MİLLÎ GURUR! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelmesi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. HANGİMİZ LENİN KADAR BEYNELMİLEL OLDUĞUMUZU İDDİA EDEBİLİRİZ? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proleteryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük rehberi, 1914 senesinde ‘Sosyal Demokrat’ın 35’nci numarasında ne yazmıştı? (...) ‘…Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kitlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. (...) ‘...Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz (ağzına kadar dolu). Çünkü Rus milleti de beşeriyete yalnız büyük katliamların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomesçiklere, kapitalistlere zilletle (alçakça) boyun eğişlerin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.’ “

Bir de düzeltisi var değerli okurumun; söz konusu yazımda iki ayrı kaynağa dayanarak Bernard Shaw’a mal ettiğim “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır!” sözü İngiliz düşünür ve oyun yazarı Samuel Johnson’a (1709-1784) aitmiş. Sayın Uysal, buna ilişkin olarak kendisinin dublaj yönetmenliğini yaptığı ‘Zafer Yolları’ adlı filmden orijinal diyalogları da göndermiş:

“Gen. Mireau: Now, who was this man?
Col. Dax: Samuel Johnson, sir.
Gen. Mireau: All right, now what did have to say about patriotism?
Gen. Dax: He said it was the last refuge of a scoundrel, sir. I am sorry, I meant nothing personal.”

Cumhuriyet yazarı olmanın ayrıcalığına bundan daha somut bir örnek olabilir mi?

21 Haziran 2008 Cumartesi

2008-50 YURTSEVERLİK ÜZERİNE - 22.06.2008



Murat Belge, Türkiye’de Marksizm’i de, sosyalizmi de, sosyalizm tarihini de derinliğine bilen az sayıda insandan biridir; 14 Haziran 2008 tarihli Taraf’ta yayımlanan ‘Sosyalizm: Milli? Ulusal? Nasyonal?’ başlıklı, milliyetçiliği eleştirdiği yazısında şöyle bir cümle kullanmış:“Jaurés’den laf eğip bükerek enternasyonalizmin yolunun milliyetçilikten geçtiğini anlatan ‘ağabey’ler, ‘deneyimli devrimciler’ çıktı.”
Jean Jaurés (1859-1914) yaşamını sosyalizme vakfetmiş, enternasyonalizmi savunduğu kadar yurtseverliği/yurtçuluğu da (patriotisme) savunmuş bir aydındır. Yaşamının, özellikle son dönemi milliyetçiliğe karşı savaşımla geçmiş, 31 Temmuz 1914 günü, milliyetçilerin tahrikine kapılan Raove Villain adında bir serseri tarafından öldürülmüştür. Şu sözler Jaurés’ye aittir: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Bu sözler ‘eğilip bükülemeyecek’ kadar açık değil midir? Velev ki birileri milliyetçilik adına Jaurés’nin sözlerini eğip bükmüş olsunlar, bunun sosyalistler açısından bir değeri olabilir mi?

Ne var ki son zamanlarda yurtseverliğe vurmak moda olmuştur, Söylenen sözler çarpıtılmakta, zaman-mekân kavramı göz ardı edilmektedir. Aynen Karl Marx’ın “Proleteryanın vatanı yoktur”, Fabiancı İrlandalı sosyalist Bernard Shaw’un “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır” sözlerine yerli yersiz başvurulduğu gibi.

Karl Marx o sözü 1848 yılında yayımlanan Komünist Manifesto’da kullanmıştır, ‘vatan’ kavramının bugün içerdiği anlamla 160 yıl önceki anlamının ‘aynı’ olduğu düşünülebilir mi?

Bernard Shaw ise 1914 yılında, milliyetçi rüzgârların fırtınaya dönüştüğü I. Dünya Savaşı koşullarında İngiltere ve Almanya’yı barış masasına oturtmak amacıyla yazdığı uzun bir makalesinde savaş şahinlerinin ‘kör’ yurtseverliğini eleştirmiştir. Kendisinin yurtseverlik tanımı şöyledir: Yurtseverlik, kişinin salt orada doğduğu için ülkesinin başka ülkelerden daha üstün olduğuna dair inancıdır. Günümüze kadar hem Nobel, hem de Oscar ödülünü almayı başaran tek edebiyatçı olma özelliğini koruyan Shaw, konusu 1885 yılında, Bulgaristan’ın küçük bir kasabasında geçen ‚Arms and the Man’ oyununda olduğu gibi çeşitli yapıtlarında ‘kendi anladığı anlamdaki’ yurtseverliği eleştirmiştir.

Jean Jaurés’nin yukarıda alıntıladığımız sözleri bugün bize ‘abartılı’ da gelebilir, fakat bu sözlerin yine I. Dünya Savaşı öncesi koşullarında Fransa’ya Alman saldırısının beklendiği günlerde söylendiği unutulmamalıdır.

1914 yılında Alman parlamentosunda (Reichstag) iktidardaki Merkez Partisi tarafından talep edilen savaş ödeneklerine ilişkin karara Almanya Sosyaldemokrat Partisi (SPD) milletvekillerinin çoğunluğunun milliyetçi kaygılarla ‘evet’ oyu verdiklerini, böylece I. Dünya Savaşı’nın patlamasında katkısının olduğunu da anımsayalım. Tabii bu karara katılmayan kimi SPD milletvekillerinin partilerinden ayrılarak Almanya Komünist Partisi’nin kurulmasına öncülük ettiklerini de.

Eğer kendi tezlerimizi güçlendirmek için önemli gördüğümüz kişiliklerin sözlerini kullanacaksak önce bu sözlerin ne zaman ve ne tür koşullarda söylendiklerine dikkat etmemiz gerekir. Koşullar değiştiğinde, o koşullara ilişkin söylenmiş sözlerin çoğu zaman içleri boşalır, zamanında ve belli koşullarda doğru olan sözler değişimlere bağlı olarak yanlışa dönüşürler. Yanlışa dönüşmüş sözleri kullanarak, o sözlere sarılarak sürdürülen güncel tartışmaların kafa karıştırmaktan başka hiçbir öğretici, aydınlatıcı yanı yoktur.

21. yüzyıldan sekiz yıl almışız, hâlâ ‘yurtseverlik’ nedir, ‘milliyetçilik’ nedir, ‘laiklik’ nedir, ‘Kemalizm’ nedir, bunları tartışıyoruz.

Enerjimizi, birbirimize laf anlatmakla tüketiyoruz. Bizler lafa boğulurken bu arada atı alan birileri de Üsküdar’ı geçiyor.

16 Haziran 2008 Pazartesi

2008-49 'MÜHİM ŞAHSİYET' OLMAK - 18.06.2008

14 haziran 2008 tarihli Hürriyet’te o fotoğrafı görmeseydim Zonguldak’ın, Devrek ilçesine bağlı Çaydeğirmeni adlı bir beldesi olduğunu bilemeyecektim. Şimdi biliyorum. 2004 yerel seçimlerinden bu yana AKP tarafından yönetilen, yaklaşık 3.800 nüfuslu bir yer. Yerel seçimlerdeki oy dağılımı bana oldukça ilginç geldi. Kullanılan toplam 2.392 oyun 1.317’si AKP’ye, 1.004’ü de Doğru Yol Partisi’ne giderken CHP yalnızca 34 oy alabilmiş. Sol’a kapalı bu beldenin başkanı Satılmış Gebeş 43 yaşında, yüksekokul mezunu bir yerel politikacı; internet sitesinden aldığım bilgilere göre çalışkan biri olmalı. Beldedeki son etkinliklerinden biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın adının verildiği parkın açılışı; yazımıza konu olan da bu etkinlikte çekilmiş o fotoğraf.

Göre göre, tanık ola ola artık iyice biliyoruz ki ülkemizde ‘yüksek’ bir makama seçilen ya da atanan herkes o andan itibaren ‘mühim şahsiyet’ konumuna geçiyor, dolayısıyla ‘mühim şahsiyetler kategorisinden’ protokol adı verilen özel bir muamele görüyor.
Türkiye koşullarının yerel ve genelinde protokol düzenleyicilerinin dikkat ettikleri en önemli husus mühim şahsiyetlere oturma düzenlerinde ‘normal’ insanlardan farklı bir muamele uygulanması; bu muamele bize mühim şahsiyetlerin altlarına sürülen koltuklarla yansıyor. Açılışlarda, temel atma törenlerinde, konserlerde sabit sıralarda, sandalyelerde oturan ‘normal’ insanların ön-ortasına yerleştirilmiş rahat koltuklarda oturanları görünce “İşte bunlar mühim şahsiyetler!” diyoruz. Kimi protokol düzenleyicileri bununla da yetinmeyerek koltukların önüne, üzerinde içme suyu, su bardağı, küçük bir vazo içinde taze çiçek bulunan sehpalar koyuyorlar. Bu da o önemli şahsiyetin önemini biraz daha arttırıyor.

Doğrusu, eskiden ‘önemli’ diye insanların kendilerine ‘sakat kalçalı’ muamelesi yapılmasına itiraz etmemelerine şaşar, aynı etkinliği paylaştığı insanlardan altlarına sürülen özel koltuklar aracılığıyla ‘iyot gibi’ soyutlanmalarına nasıl razı olduklarını anlayamazdım.

Artık şaşmıyorum, bu mühim şahsiyetlerin davranışlarını anlamaya çalışıyorum. Öyle ya, kim bilir bulundukları makamlara gelene kadar hangi zor yollardan geçmişler, nelere katlanmışlar, neler yaşamışlar? Çocukluk yıllarında yaşanan düş kırıklıkları, üstesinden kolay gelinememiş ergenlik sorunları, bastırılmış duygularla tükenmiş bir gençlik, geçim zorlukları, itilip kakılmalar, inanmadan boyun eğmeler, ve daha birçok talihsiz yaşanmışlık… Bilemeyiz ki?

Fakat insan öyle durumlara tanık oluyor ki, şaşmak değil de üzülmeden edemiyor. Arka sıralarda Türkiye’nin yüz akı bir fizik profesörü, uluslararası bir bilim adamı, önden üçüncü sıranın sol ucuna ilişmiş dünyaca ünlü bir keman virtüözü, sağ uçta bir heykeltıraş, tümü de sahip oldukları önemi kendi emekleriyle elde etmiş çok değerli kişilikler… En önde, ortada, rahat koltuklarda oturan siyasi seçilmişlerle atanmış bürokratlar! İnsan ister istemez, “Bu ne biçim protokol?” diye sormadan edemiyor.

Gelelim o park açılışında Doğan Haber Ajansı’ndan Ersin Ercan’ın çektiği fotoğrafa… Ortada yine iki rahat, geniş dirseklikli iki koltuk; birinde Sayın Köksal Toptan, öbüründe de Zonguldak Valisi Sayın Erdal Ata oturuyor. “Yaz ortasında bir park açılışı nasıl bir mantıkla oturma düzeninde yapılır?” sorusu bir yana buraya kadar olan alışılageldik bir görüntü. Fakat Sayın Toptan’ın koltuğunun yanına çekilmiş bir sandalyede eşi Sayın Saime Toptan oturuyor.
Bayan Toptan, avukatlık, Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, Yargıtay Hukuk Dairesi Yargıçlığı görevlerinde bulunmuş saygın bir hukukçu. Engelliler ve kadın eğitimi konularında faaliyet gösteren çeşitli vakıfların, derneklerin kurucuları ya da üyeleri arasında yer alan, bilimsel toplantılarda bildiriler sunan, dergilerde makaleleri yayımlanan bir sivil toplum gönüllüsü. Bayan Toptan’ın bir de ‘Şiirde Yaşamak’ adlı yayımlanmış bir kitabı var.

Sayın TBMM Başkanı farklı bir refleksle kalkıp yerini eşine verse, kadının toplumumuzda ikincileştirilmesine karşı çıktığını gösteren bir davranış sergileyecek. Böylece yalnızca Çaydeğirmeni halkına değil Türkiye kamuoyuna da önemli bir mesaj vermiş olacak. Bunu yapmıyor. Belki de yapamıyor, bilemiyorum. Keşke yapabilseydi.

15 Haziran 2008 Pazar

2008-48 DÜZEYSİZLİKLER, AHMAKLIKLAR - 15.06.2008

Bizim tartışma kültürümüz karşımızdakini ‘yok etme’ anlayışı üzerine kurulmuş. Taraflar, hangi konuda olursa olsun, tartışmaya, karşısındakinin düşüncesinin daha başında değersiz, boş, yok sayılmayı hak ettiği önyargısıyla başlıyorlar. Uzlaşma, peşinen bir zafiyet olarak anlaşıldığından hiç kimse kendi kafasındakinden farklı düşünceleri değil benimsemek, dinlemek bile istemiyor. Oysa ‘bir ben bilirim’, ‘tek doğru benim doğrumdur’ yaklaşımı insanî zaafların en zararlılarından biri olduğu kadar, aynı zamanda insanda bastırılmış aşağılık duygularının dışavurumudur.

Haftalardır siyasette olsun, medyada olsun düzeysizliğin en sefil örnekleri sergileniyor. Düzeysizliği, mahalle kabadayılığını, saldırganlığı ‘politika yapmak’ sanan siyasetçileri anlayabiliyorum, çünkü onları bulundukları yerlere ortalama okulluluk düzeyleri 3.7 yıl olan kitleler taşımışlar, fakat kimi medya gruplarının iç bulandırıcı düzeysizliklerini anlamakta zorlanıyorum.

Doğrudur, yanlıştır, fakat hiçbir uygar ülkede mahkeme kararları Türkiye’de tanık olduğumuz düzeyde tartışılmaz. Hukuka saldırmak ancak hiçbir zaman hukuka gereksinim duymayacaklarını sanan ahmakların davranışıdır.

Ve ne yazık ki uzunca bir süredir bu ülkeye ahmaklık egemendir.

Nedeni ise oldukça basittir, çünkü Türkiye’de ‘burjuva’ olarak adlandırılan ‘varsıllar sınıfı’, -bir avuç gerçek burjuva dışarıda tutulacak olursa-, devlet eliyle, ihale peşkeşçiliğiyle, hayali ihracatla, döviz kaçakçılığıyla, kaçak inşaatla, rüşvetçilikle, teşvik dolandırıcılığıyla, banka hortumculuğuyla, kıyı yağmasıyla, yerel yönetim yolsuzluklarıyla, Avrupa’da çalışan emekçileri dolandırarak oluşmuş bir zümredir. Pratik zekâlı, fakat zekâlarını kötüye kullanan insanların oluşturduğu bir kalabalıktır.

Belli bir disiplin altına alınamayan pratik zekâ hırsla üst üste binince sonunda kaçınılmaz olarak ahmaklığa dönüşür. Bu dönüşümün ülkemizde de, dünyada da sayısız örnekleri vardır.

Yaşadığımız süreçte bu düzenin karşısında ciddi bir seçeneğin oluşamaması ise bir talihsizlik olmakla birlikte anlaşılabilir bir durumdur.

Toplumda her olgunun kendi karşıtını yaratması diyalektik bir sonuç olduğuna göre yukarıda oluşumunu sıraladığımız olgunun yaratacağı karşıtı doğal olarak ‘amorf/ucube’ bir seçenek olacaktır. Bugün, ‘alternatifsizlik’ dediğimiz şey de içinde bulunduğumuz bu durumun tanımı değil midir?

Hayatın birçok alanında bize yaşatılan düzeysizlikleri, bu düzeysizliklerin taşıyıcısı ahmak politikacıları, besleme medyayı, işyerindeki işçi ölümleriyle alay eden gözü kararmış işverenleri hak edecek ölçüde büyük suçlar işlediğimizi söylersek kendimize haksızlık etmiş oluruz. Tek suçumuz duyduklarımıza, bize anlatılanlara hiç sorgulamadan kanmış olmamızdır.

Politikacılar tarafından, besleme medya tarafından, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün darbecileri tarafından, sürekli kandırıldık, kandırılıyoruz.

Benzetme belki biraz ağır kaçacak ama farkında olmadan koyunlaştırıldık, koyunlaştırılıyoruz.
Beyinlerimiz safsatalarla, hurafelerle dolduruluyor. Cumhuriyetimizin 85 yılda geldiği noktada türban takmayı özgürleşmeyle eş gören, İmam Humeyni’ye âşık genç kızlar, ‘vatanın selametini’ Ermeni asıllı gazetecilere pusu kurmak, Katolik papazları öldürmek, Hıristiyan misyonerleri boğazlamak sanan gençler yetiştiriyoruz.

1 Mayıs Emek ve Dayanışma günlerinde işçilerle dayanışan gençleri tazyikli sulara boğuyor, copluyor, saçlarından tutup yerlerde sürüklüyoruz; tazyikli sulu, biber gazlı, coplu, telekulaklı hayatı ‘demokrasi’, ortaçağ yaşamını ‘özgürleşme’, Amerikan emperyalizmine payandalığı da ‘uygarlaşma’ sanıyoruz.

Düzeysizlikler yeni düzeysizlikler, ahmaklıklar yeni ahmaklıklar üretiyor.

Bir nokta geliyor, insan ne diyeceğini bilemiyor.

Sanırım o noktadayız.

10 Haziran 2008 Salı

2008-47 İKTİDAR ZOR DURUMDA - 11.06.2008

dalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliğini iptal etmesini bir türlü içine sindiremiyor.

İktidarın işi gerçekten zor; adamlar genel seçimlerde oyların yüzde 47’sini alıp tek başlarına iktidar olmuşlar, yine de diledikleri bir yasayı çıkartamıyorlar. Üstelik de çıkarmak istedikleri, herhangi bir yasa değil, ‘ille de’ diyerek tabanlarına güvence verdikleri ‘türban yasası’.

Anayasa Mahkemesi tekerlerine çomak sokmasa Müslüman kızlar üniversitelerde derslere başları kapalı girerek özgürleşebilecekler. Böylece, -en azından üniversite ve yüksek okullarda özlenen ‘adalet’ ve ‘müsavat’ gerçekleşmiş olacak.

Ama olmuyor, olamıyor. Anayasa Mahkemesi geçit vermiyor.

Dinci medya bu işe çok öfkeli, kararı bir ‘sivil darbe’ olarak adlandırıyor. ‘Kuvvetler ayrılığı tamam da yargıya bu kadar söz düşmese’ yollu ‘akademik’ muhabbetlerin tadına doyum olmuyor. Kimi kalem erbabı da hızını alamayıp ‘sivil toplumu’ direnişe çağırıyor.

İktidar olup da ‘muktedir’ olamamak herkesin kolay kaldırabileceği bir ‘hâl’ değil, nitekim şu sıralar başta Başbakan, hükümet üyelerinin yüzünden düşen bin parça oluyor. Oysa dincilik bu topraklarda sonu henüz görünmeyen altın çağını yaşıyor. İslami sermaye gün be gün güçleniyor, Anadolu’da Sanayi ve Ticaret Odalarının yönetimleri artan bir hızla dinci kesimlerin ellerine geçiyor. AKP, 81 ilin sekseninden en az bir milletvekilini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sokmayı başarmış. Ülke genelinde yerel yönetimlerin çoğunluğu AKP’li. Dinciler yeni TV kanalı ve gazete alımlarıyla medya dünyasındaki ağırlıklarını hissedilir ölçüde arttırıyorlar.

Anadolu kentlerine Suudi Arabistan, İran görüntüleri egemen oluyor. Lise öğrencileri dersten kaçıp okul çatılarında namaza duruyorlar, namaz saatlerinde okul laboratuvarları, derslikler, koridorlar mescide dönüşüyor.
Ne var ki koşullar bu değin elverişliyken siyasal iktidar tabanına verdiği sözü tutup üniversitelere türbanı sokamıyor. İktidar sahiplerinin yerinde olup da sinirlenmemek elde değil.

Ben olsam hiç bozuntuya vermeden yeni bir fırsat kollarım. Türkiye bir fırsatlar ülkesi olduğuna göre bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün yeni bir olanak mutlaka çıkar.

14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte başlayan ‘büyük beyaz devrim’ süreci 58 yılda Türkiye’yi öyle bir noktaya getirdi ki dinciler için bundan iyisi Şam’da kayısı…

İki gün önce duyurdu basın, 2007 sonu itibariyle ekonomimiz dünyanın en büyük 15. ekonomisi konumuna yükselmiş. Bu arada da halkımız dünya refah sıralamasında 68’incilikten 82’nciliğe düşmüş, okulluluk ortalamamız ise hâlâ 3.4 yıl düzeyinde seyrediyor. Demek oluyor ki 58 yılda ekonomide büyük atılımlar gerçekleştirilirken, toplumun büyük çoğunluğunun ‘yoksul’, ‘okulsuz’ ve ‘mesleksiz’ bırakılması başarılmış. Dinci partilerin iktidarlarını kalıcılaştırması için yoksulluğun, okulsuzluğun ve mesleksizliğin içiçeliğinden daha elverişli bir ortam olabilir mi?


Geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş, can derdindeki eğitimsiz insanlar dinsel duyguları biraz kaşınınca kendisine öbür dünyada cennet vaadedenlere meylediyor. AKP’nin ‘başarısının’ temel nedeni de bu. Bir de şu Anayasa Mahkemesi olmasa, Şam’daki kayısının tadı ikiye katlanacak.

İslamcı ve islamcılıktan beslenen sermaye, varlıkları dincileşme sürecine bağlı politikacılar, din üzerinden palazlanan medya ağız birliğiyle Cumhuriyet’i Cumhuriyet yapan güçler ayrılığı ilkesine saldırıyorlar.

Oysa yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki denge özgürlüğümüzün, demokrasimizin, laik düzenimizin, insanca yaşama hakkımızın güvencesi ve içinde yaşadığımız koşullarda giderek daha büyük önem kazanıyor.





7 Haziran 2008 Cumartesi

2008-46 VELEVKİ SİYASAL SİMGE... - 08.06.2008

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İspanya ziyareti sırasında türbana ilişkin olarak söylediği “Velev ki siyasal simge…” sözü, Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türban serbestisini iptal kararına gerekçe olabilecek belirleyici bir söylemdir. Bu cümlenin sonunu farklı sözcüklerle getirdiğinizde sonuç üç aşağı beş yukarı aynı kapıya çıkmaktadır; bu söylem özü itibariyle laiklik ilkesine karşı bir meydan okumadır.

Uzunca bir süredir görülmektedir ki, AKP iktidarının ‘zayıf karnı’ nesnel olarak olması gerekenin tam tersi bir biçimde 2007 genel seçimlerde aldığı yüzde 47’lik oydur. İktidar aldığı yüksek oy oranına ve TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak her aklına eseni dilediğince uygulayabileceğini sanmak gibi tehlikeli bir kuruntuya kapılmıştır. Oysa Türkiye’nin tarihten gelen gerçekleri, iktidarın görmek istediklerinden çok farklıdır; bu gerçekler, iktidarların güç kuruntularını tersyüz edecek ölçüde serttir.

Daha güne kadar Türkiye’nin bir ‘hukuk devleti’ olduğunu, ‘hukukun üstünlüğü’nü dilerinden düşürmeyen iktidar sahipleri ve onların medyadaki yandaşları bugün ağızbirliğiyle yargıya veryansın etmektedirler. İktidar ve yandaşları, parlamento çoğunluğunun ‘meşruiyet’ için her zaman tek başına yeterli olmadığını, toplumu yakından ilgilendiren önemli kararların alınmasından önce tasarlananların muhalefet partileri ve sivil toplumu temsil eden kuruluşlarla tartışılarak bir uzlaşma zemini aranması gerektiğini kavramalıdırlar.

Aksi durumda, son örnekte olduğu gibi parlamento çoğunluğuna dayanarak çıkardıkları yasalar ‘hukuk duvarı’na çarpıp geri döndüğünde yakınmaların, bağırıp çağırmaların toplumu germenin, bölmenin ötesinde kimseye bir yararı yoktur.

Hükümet, türbanı bir Anayasa sorununa dönüştürerek önemli bir yanlış yapmıştır. Toplumda hiç kuşkusuz türbanı içtenlikle salt üniversite ve yüksek okullarda kız öğrencilerin öğrenim özgürlüğü bağlamında bir ‘giysi sorunu’ olarak görenler vardır. Bu görüşte olanların istemleri kişi temel hakları ve öğrenim özgürlüğü kapsamında desteklenebilir de, nitekim üniversite ve yüksek okullarda ‘türban’, AKP tarafından siyasallaştırılmadan çok önce bir sorun olmaktan çıkma ve çözülme sürecine girmişti. Bu açıdan bakldığında AKP’nin sorunu siyasallaştırarak en büyük kötülüğü türbanlı öğrencilere yaptığı görülmektedir.

AKP’nin, Anayasa’yı değiştirerek üniversite ve yüksek okullarda türbanın yolunu açma girişimi topluma karşı kurduğu ve Anayasaya Mahkemesi tarafından bozulan bir ‘tuzak’tır. Toplum bir genel Anayasa değişikliği beklerken AKP-MHP işbirliği tarafından tezgâhlanan emrivaki ile karşı karşıya kalmıştır.


Görülmüştür ki, bir akademisyen kurul tarafından hazırlanan ve oyalanması için kamuoyuna sızdırılan Anayasaya değişikliği tasarısı, düzenlenen gizemli özel Anayasa toplantıları ve benzer hükümet etkinlikleri söz konusu tuzağın ön hazırlıklarıdır.
Oysa toplum, 12 Eylül darbecileri tarafından dayatılan, halka silah zoruyla onaylattırılan yürürlükteki Anayasa’nın baştan sona elden geçirilmesini ve çağımızın koşullarına uygun duruma getirilmesini istemektedir. İstenen özgürlükçü, demokrat, çoğulcu, hukukun üstünlüğünü ve laikliği gözeten bir Anayasa’dır.

AKP hükümeti ise toplumun bu istemini gözardı etmesi bir yana, Anayasa’nın değiştirilemez 2. maddesini çiğneyerek, özel bir ‘türban yasası’nın çıkartılmasına öncülük etmiş, genel Anayasa değişikliğini rafa kaldırmıştır.
AKP’ye ilişkin kapatma davası nasıl sonuçlanır, bilemeyiz, fakat AKP her durumda aklını başına devşirmeli, insanlara, toplumun geneline hizmet etme kararlılığında olduğu güvencesini vermelidir. Türbanın siyasal bir simgeden yeniden salt bir ‘giysi seçimi’ konumuna getirilmesi de AKP’nin söz konusu kararlılığının bir adımı olarak değerlendirilecektir. Bu konuda Hayrünnisa, Emine ve Zeynep hanımlar ne düşünürler, sanırım bu hep bir muamma olarak kalacaktır.

3 Haziran 2008 Salı

2008-45 UMUT: SOSYALİZM - 04.06.2008

Sosyalizm, 150 yıldır olduğu gibi bugün de varsılı daha varsıl, yoksulu ise daha yoksul kılan kapitalizme-liberalizme verilen en gerçekçi yanıt, sömürü düzenine karşı en gerçekçi seçenektir.

Sosyalizm, toplumculuktur. Sosyalistler, toplumun her bireyinin, başta özgürlük ve demokrasi olmak üzere insanlığın tüm evrensel değerlerine eşit biçimde layık olduğuna inanırlar. Sosyalizm, insanların siyasette, ekonomide, kültürde, sosyal yaşamda eşit şansa sahip olacakları bir düzendir.

Şans eşitliğinin olmadığı yerde özgürlükten söz edilemez; eşit olmayan birey özgür olamaz. Kapitalist düzende, düzenin sahibi olan, varoluşu sömürüye dayanan varsıl da özgür değildir, tutsaktır, kapitalist düzenin motoru olan hırsının tutsağıdır. Kendisi tutsak olan başkasına özgürlük veremez.

Kapitalist devlet de varsılların devletidir. Temel işlevi, tüm kurumlarıyla yoksullara, emekçilere, çalışan kesimlere karşı varsılların haklarını, onların varoluş koşullarını korumaktır.

Sosyalistler bu gerçeği bilerek örgütlenmeli, bu gerçeği bilerek savaşım vermelidirler.

Kaptalist düzende çalışan kesimlere, emekçilere, yoksullara verilen her türden haklar, özünde kapitalist devletin çaresiz durumlarda vermek zorunda kaldığı ödünler, sus paylarıdır. Çalışan kesimler, emekçiler, yoksullar kendilerine tanınan bu ‘haklar’ın, verilen ödünlerin, aldıkları sus paylarının her an geriye alınabileceklerinin bilincinde olmalıdırlar.

Savaşımla alınmayan, direnerek korunmayan hiçbir hakkın kalıcılığı yoktur.

Sosyalistler, kendilerini özgürlükçü, demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi bir düzene götürecek yolu yine kendileri açacaklar, bu savaşım sürecinde özgürleşeceklerdir. Bir bireyin özgür olduğuna inanması, bunu duyumsaması, sahip olabileceği en güzel duygudur. Salt bu duyguyu tadabilmek için bile bir yaşam boyu savaşım vermeye değer. Çağımızda insana özgürlük duygusunu tatma olanağı veren tek dünya görüşü sosyalizmdir.

Sosyalizm, tikelci bir dünya görüşü değildir, içinde farklı görüşlere yer vermelidir. Ancak kendi içinde farklı yöntemsel görüşler barındıran bir sosyalizm sağlıklı olabilir. Dolayısıyla 21. yüzyıl sosyalizmi sağlıklı ve güçlü olabilmek için kendi içinde çoğulcu olmalıdır. Çağdaş sosyalist örgütlenme aynı hedef doğrultusunda yola çıkan, fakat yöntemlerinde farklılıklar taşıyan ‘sosyalist’ akımları bünyesine almalıdır. Sosyalist örgütlenmede çoğulculuk ilkesi, sosyalist düşüncenin gelişmesinde, sosyalist düşüncelerin hayatta karşılıklarını bulmasında en önemli ve vazgeçilemez itici güçtür.

Sosyalist örgütlenme, kendisini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan her bireyi kucaklamalıdır. Her siyasal/ideolojik düşünce gibi sosyalist düşünce de tartışarak gelişir. İdeolojiler, özgür düşünen, düşüncelerini özgürce ifade edebilen bireyler tarafından zenginleştirilir.

Dünyanın durumu da, Türkiye’nin durumu da ortadadır. Nesnel koşullar son 150 yılın hiçbir kesitinde olmadığı kadar sosyalizmin lehinedir.

Dünyanın hammadde kaynakları hızla tükenmektedir. En zengin petrol rezervlerinin tüketim ömrü en fazla 50 yıldır. Hammadde kaynaklarının tükenmesine koşut olarak savaş tehlikesi de büyümektedir. Küresel emperyalizm, varolmakla çökmek arasındaki seçimini eninde sonunda 3. Paylaşım Savaşı’ndan yana yapacaktır.

Afrika kıtası kısa erimde açlıkla karşı karşıyadır. Küresel ısınma yeryüzünde iklim değişikliklerine yol açmakta, Kuzey Kutbunda buzullar çözülmekte, insanlığı büyük tehlikeler beklemektedir.

Türkiye’nin emperyalizme karşı borç yükümlülükleri artmakta, aynı süreçte varsıl daha varsıllaşırken, halkın geniş kesimleri hızla yoksullaşmaktadır.

Gün, umutları yeşertme günüdür. Gün, umudun nerede olduğunun bilincine varma günüdür. Gün, özgürlüğe giden yolları açmaya başlama günüdür.

Umut da, özgürlük de gelen gündedir.

Umut, sosyalizmdir.